Daha güneş doğmadan gelir sesleri, bahçeye konan kuşlar bekler onları. Uyanmalarını bekler köyün en uyanık kedileri, köpekleri ve kuşları ve hele sürüye katmaları gereken koyunları, inekleri varsa gör bakın o telaşı. Rüzgarın yaprakları rahat bırakmayıp birlikte çıkardıkları o büyülü sese karışır onların sesleri. Bahçede kurulu sobayı yakmışlar ve sürüye hayvanları bıraktıktan sonra dönüş yolunda topladıkları tezeklerle yakmışlar o sobayı. Sobanın üzerinde çokça sürahi ve tencere; sürahi de çocukların banyo yapmaları için, çay için, birikmiş kıyafetleri yıkamak için su kaynar ve tencerede sabahtan sağdığı ineğin sütü kaynar. Biraz heyecanlıdır, belki kocasında iki güzel söz işitir diye kaynayan sütten bir bardak kocasına hazır eder. Çocukları çoktur, her birinin derdi başkadır ve uyanmaları ile dertleri, istekleri, nazları katlanır da katlanır, hele aksi bir kocaya varmışlarsa onun da yüzü cemali güneşe engeldir ve sırtındaki küfeyi daha da ağırlaştırır da ağırlaştırır.
Bilir onlar, eline sopayı alıp hayvanları otlatmayı, hayvanları sağıp en katmerli yoğurdu, peyniri yapmayı. Bilir onlar dikiş yapmayı, çocuklarının her yırtığına yama yapmayı ve oğlanın saçını traş edip kızın saçlarını örmeyi. Bilir onlar eline küreği alıp bahçeyi bellemeyi, yıkılan duvarı örmeyi ve bilir onlar sabah erkenden köyün diğer kadınları ile çeşmenin yıkılan oluğunu tamir edip eve su taşımayı. Eline dağdan topladığı otlarla yapılmış o süpürgeyi alır, evin önünü, vakti varsa sokağın bir kısmını süpürür. Ve O süpürgenin otunu da o toplamıştır hatta o süpürgeyi de kendisi yapmıştır. Bakmayın bu telaşa, daha güneş doğmamıştır; hele o güneş bir doğsun da görün o telaşı.
Çokta yabancı birisinden bahsetmiyorum; eşiniz değilse anneniz, anneniz değilse nineniz, nineniz değilse büyük ninenizden bahsediyorum. Köy kadınlarından bahsediyorum, çalışmaktan az uyumaktan yüzleri yorgun elleri çatlamış ama içlerinde her daim gençliği koşturan o değerli köy kadınları. Çok çalışır ama o çok sevdiği entariyi alamaz, bakar kocasının eline, verirse parayı alıp koşar köyün bakkalına ya da çerçiye. Gene alamaz o entariyi, peşinden gelmiştir çocuklar, torunlar elde avuçtaki parayı harcar çocuklara ve kalırsa azıcık parası onu da mutfağına koyacağı bir tasa harcar. Geçer o çatlamış aynanın karşısına bakar da bakar o beyazlanmış ve her teli ayrı bir dert ayrı bir mutlulukla dolmuş saçlarına. Yeşil, uçları sivri tarakla tarar saçlarını kalmışsa ele geliyorsa gençliğindeki gibi örer, omzuna atar, içine dalar da dalar.
Hiçbir sosyal güvencesi yoktur, olur da çocuklar büyürse belki yaşlılıkta bana bakar diye düşünür ve sarar birinci, ikinci, üçüncü tutunu. Her iç çekişte kendisinin merhemlediği kabuk bağlamış dizlerinin, ellerinin, kollarının yaraları acır da acır. Gitmemiştir doktora, çocuğunun parmağına batmış bir kıymık, önceliği ona vermiştir, kocası az nezle olmuş önceliği ona vermiştir, unutmuştur yaradan sakat kalmış parmağını. Anlatacaklarını dinleyen yok, birikmiş tüm acılar, sıkıntılar ama anlatmaz huzurdur dilediği tek ilacı. Çarşı bilmez, market bilmez, şehir bilmez ama çocuğunun oralarda ki gülüşünde kendini gezgin hisseder de hisseder.
Yaş gelmiştir yetmişe, seksene kapının eşiğinde oturmuş kadın, anılar canların o bahçenin her taşında. Çocuklar gitmiştir, artık şehirdir onlardaki gerçek ve torunlar yılda bir gelse şükürdür, niyettir o kadında. Belki eskiden olduğu gibi çok işi yoktur ama yalnızlık onu yorar, mutluluk onda hasret kalır ve özlem onu ağlatır. Kocası da ya vardır ya yoktur ya da yüktür. Dert dinler kendi ile kocası ile ve ölüm hiç bu kadar gerçek ve yakın gelmemiştir, bir oturur bir yürür bin dinler köy kadını.
Ercüment ZÜNGÜR