Artık olmuyor, çıkıp şöyle bir iki saat yürümek istiyor ve gücü yeterse az da olsa koşmak istiyor. Olmuyor, yirmi yıl öncesinden yirmi kilo daha hafif fakat ayakları ağır olan bedenini taşıyamıyor ve çatlamış elleri soğuk hava ile savaşamıyor. Yalnızlık hiç olmadığı kadar etrafında kol geziyordu; nüfus alabildiğince artmış, her sokak başında onlarca insan ve onlarca yabancı ama yok, oturup konuşacağı, dertleşeceği; biraz siyaset biraz ekonomi ve biraz da dama oynayacağı kimse yoktu. Artık fırından her sabah on ekmek almıyor, eğer hanım bir misafir haberi vermediyse bir ekmek kâfidir. Hanım da artık kırışmış yüzüne, beyazlaşmış saçlarına alışmış ve iki isteği hep vardır; torunlar gelsin, aman hastalık uğramasın. Artık tek tencerede yapılan tek çeşit yemek te bitmiyor yarım kalıyor. Uzun sofralar ve çatal bıçak sesleri artık yok, sessizlik ve boğazda düğümlenen her lokma, yarım kalan tabak ve hiç dokunulmayan o tek ekmek. Sofra başında uzunca bekler ve hanım sorar; cevabını bildiği ama bir umut o soruları: ‘’Seni arayan oldu mu?’’, ‘’Çocukların durumundan haberin var mı?’’, ‘’Torunları özledim, biz gidemiyoruz, onlar gelecekler mi?’’ … Başı avuçlarında ne cevap verecek bilmiyor. Hanımın üzülmesi onda var olan hasreti büyütüyor kıyamıyor hanımın tek gözyaşına, derinlere dalıp dalıp boğulmasına. Alır hanımın o emekle yoğrulmuş, kırışmış ellerini avuçlarının arasına. Başını koyar o iki elin üzerine ve iki dost, iki arkadaş, iki yoldaş.
Artık fotoğraflarda kaldı, başını her kaldırdığında duvarda asılı o gençlik halleri. Bir fotoğraf askerlikten kalma o deli bakış ve diğer fotoğrafta en afilisinden genç damat. Çocuklarının o ilk halleri, koşmaları, yorulmak bilmeyen halleri ve peşlerinden koştukları o ilk yıllar. Gençlik yılları onun için hayatın en güzel dönemleriydi. Sabahın erken saatlerinde uyanıp tarlalara gitmek, güneşin ilk yüzünü gösterişinden, en tepede oluşundan ve kaybolmasından oluşan çalışma süresi sonucundan akşamüstü ise arkadaşlarıyla köy kahvesinde veya bir arkadaşın evinde buluşmak günlük rutinlerindendi. Öyle misafir değil, her arkadaş evin ötekisiydi ve hanımın yaptığı tavşankanı çaydı tek içecek. O zamanlar hayat daha basitti; teknoloji yoktu ama samimiyet vardı ve anlatırdı aralarındaki en olgun arkadaş bir meseleyi. Ya askerden, ya çocukluktan, ya okuldan ya da bir aslanla! kavgasından bahsetmeye. Arkadaşlarıyla dere kenarında balık tutar, güneşin batışını izlerlerdi. Köy meydanında yapılan bayram şenliklerinde hanımıyla ilk defa göz göze gelmişti. O an, kalbinin hızla çarptığı yıllar, gençlik ateşiyle dolu yıllar, sevgiyle ve umutla geçen yıllar. Hanımıyla birlikte her zorluğa koşuşu, akşamları ise ay ışığında uzun yürüyüşler yapması. Her şeyin daha anlamlı, daha değerli olduğu zamanlar.
Aslında yukarıda iki dönemden oluşan ve paragraflarda geçen olaylar çok ta yabancı olmadığımız bir kişiye aittir: Dedemiz, ninemiz, annemiz, babamız… Bu kişiler geleceğimizin bir resmidir ve bu resme her baktığımızda bu kişilere karşı olan görevlerimiz bize zorunluluklar yüklemektedir. Yaşlılara karşı görevlerimiz, sadece bir nezaket göstergesi değil, aynı zamanda insanlığımızın bir yansımasıdır. Onlar, geçmişin bilgi ve tecrübeleriyle dolu birer hazine, bizlerin bugün olduğu kişiler olmamıza katkıda bulunan, hayatımızın sessiz kahramanlarıdır. Yaşlılarımızın bizlere sunduğu bu değerli mirası onurlandırmak, onlara saygı ve sevgi göstermekle başlar. Hayatın her döneminde ihtiyaç duyulan şefkati ve ilgiyi, yaşlılık döneminde daha da fazla hissettirmek, onların yalnız olmadığını, her zaman yanlarında olduğumuzu göstermek, insan olmanın en asil görevlerinden biridir. Birlikte geçirdiğimiz anlar, onların yüzünde beliren bir gülümseme, karşılıklı anlayış ve sevgi, hayatın en anlamlı ve değerli anıları olarak kalacaktır. Bu bizde bir görev olarak kalmalıdır, yaşlıların yanında mı olalım? Yoksa onları terk mi edelim? … Gibi seçim şansımız olmamalıdır. Tek seçimlidir bu hayatın bize sündüğü ve olması gereken de budur: Her zaman yaşlılarımızın yanında olmalıyız. Başarı, kazanç, mutluluk, huzur, güven… Bunlar evet, bizi ayakta tutan madenlerdir fakat içerisindeki minerallerin de bizi bugünlere getiren, değer veren yaşlılarımızın olduğunu unutmamalıyız.