Rejim, toplumlara karakterini veren düzen ve yönetim tarzıdır. Dünyada her toplumun düşünme, savaşma, sorunlarını çözme yöntemlerinin dolaysıyla siyasal rejimlerinin farklı olduğunu görmekteyiz. Kararların tek akılla verildiği ve itaat kültürünün hakim olduğu yönetim biçimi monarşi; zengin bir sınıfın veya ailenin egemenliği oligarşi; dini bir grubun otoritesi ise teokrasi olarak tanımlanmaktadır.
Siyasal metinleri az çok okuyanlar bilir, ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı İlkesi gereği her devlet siyasal yönetim tarzını, kurumlarını ve geleceğini belirlemede bağımsız ve özgürdür ve diğer devletlerin buna müdahale etme hakkı yoktur. Akıllara hemen şu soru geliyor: Bu ilkeye rağmen ABD’nin ekonomik olarak kapitalist düzeni ve siyasal olarak demokrasi kültürünü dünyanın her yerine götürme ve kabul etmeyen topluluklara karşı savaşma eğilimini nasıl açıklayacağız? “Demokrasi, Medeniyet ve İstikrar” için yüzbinlerce insanın öldüğü Irak ve Afganistan’a demokrasinin neden gelmediğini nasıl izah edeceğiz?
Bu tartışmadan hareketle şu soruyu sormak gerekir:
Demokrasi nedir?
Demos’un (en kalabalık kesim olan halkın) iktidarı belirlediği yönetim tarzıdır. Demokraside bireyler her şeyin ölçüsüdür çünkü kendi kaderlerini tayin edebilmeleri için gerekli akıl ve iradeye sahiptirler. Ayrıca toplumsal çelişkilerin ve politik çatışmaların olması çok doğaldır. Örneğin 1776 Amerikan Devrimi 1789 Fransız Devrimi’nde topluklar demokrasi ve cumhuriyet için çok kan dökmüş ve bedeller ödeyerek demokratik kazanımları elde etmişlerdir. Dolayısıyla demokrasiyi sadece bir yönetim biçimi olarak değil aynı zamanda bir kültür olarak da tanımlamak mümkündür.
Toplumların iradesi ve mücadelesi olmaksızın siyasilerin devrimsel metotlarla yaptığı reformların kültürel olarak içselleştirilmesi yüzyıllar alır. Bu tarz demokrasiler Barbari Demokrasi olarak tanımlanmıştır; çünkü barbari demokrasilerde azınlıkların hakkı ve muhalefetin gücü yoktur, çoğunluk iktidarı kazandığında her şeyi yapabilme kudretine sahip olur.
Demokrasiye karşı gelişen fikirlere bakalım, Aristo mesela, demokrasiden haz etmez. Ona göre monarşi iyidir, tiranlık kötü; aristokrasi iyidir, oligarşi kötü; cumhuriyet iyidir, demokrasi kötü. Meşhur Asyalı filozof Chul Han ise şu şekilde bir yargıda bulunmuştur: “Demokrasi, ruhu içermez”. Kutsal kitaplarda geçen insanların kötüyü isteyebilme ve Tanrının buyruğundan sapabilme potansiyeli nedeniyle dindarlar demokrasiye mesafeli yaklaşmışlardır. Çünkü demokraside ilahi iktidarın ve yasaların yerine insanın iktidarı ve beşeri yasalar belirleyici oluyor ve bu da bir anlamda ilahi düzenin sarsılması anlamına geliyor.
Bir de diktatörlükten bahsetmek gerekir: İnsanların atomlaştırıldığı, farklılıklara tahammülün olmadığı ve herkesin muktedirin otoritesine sorgusuz sualsiz iman ettiği yönetim tarzı… 1984 romanında yer alan kurguyu bazı toplumlar bizatihi tecrübe etti. İdi Amin, Benito Mussolini, Saddam Hüseyin, ve Muammer Kaddafi gibi narsist diktatörlerin hepsi iktidarı tek elde toplamış, farklılıkları ve özgürlükleri yok etmişlerdir. Tüm totaliter rejimlerin ortak özelliğidir; yurttaşların belleğini silerek yeni bir hafıza ve düşünme biçimi yaratmaya çalışmışlardır. Bu sınırsız iktidarları savunan kitleler de var olmuştur ve toplumların salahiyeti için adaletsizliğe rağmen istikrarın gerekliliğini savunmuşlardır.
Sözün özü dünyanın farklı yerlerinde farklı dönemlerde birçok yönetim biçimini görmek mümkündür. İki uç rejim olan Demokrasi ve Tiranlık üzerinden kısaca siyasal rejimlerden bahsetmiş olduk. Bir sonraki yazımda Siyaset ve Kadın hakkında hasbihal edeceğiz.
Kalın Sağlıcakla.