Acem Şahı Kızılaslan’ın sağlam bir kalesi vardı. Bu kale o kadar yüksek bir yerde bulunuyordu ki Kızılaslan kalede kimseden korkmaz, hiçbir şeye ihtiyaç duymazdı.
Bu kale eşsiz bir bahçenin üzerindeydi. Bir gün hükümdarın yanına, uzak diyarlardan mübarek bir zât geldi. Bu zât çok akıllı ve bilgiliydi. Bilinmedik şeyler anlatıyor, güzel konuşuyordu. Hâsılı sözü sohbeti dinlenir, ilim sahibi bir zâttı. Kızılaslan dedi ki:
"Madem bu kadar yer gezmişsin, dünyada bunun kadar sağlam bir kale gördün mü?"
Adam gülümsedi.
"Evet, çok güzel bir kale; ama sağlam olduğunu zannetmiyorum. Değil mi ki senden önce de, daha nice azametli hükümdarlar bu kaleye sahip oldular ve içinde bir zaman kaldıktan sonra bırakıp gittiler. Ve yine değil mi ki, senden sonra da başka padişahlar gelecekler, burada hüküm sürecekler. Onlar da senin toprağından ve senin ağacından meyve yiyecekler.
"Babanın saltanatını hatırlayarak gönlünü bu gibi boş düşüncelere bağlamaktan kurtarmalısın. Gör ki kader, babanı öyle bir köşeye oturttu ki, artık bir nefere sözü geçmiyor. Her şeyden ve herkesten ümidini kesince, ümidini ancak Allah’ın lütfuna bıraktı."
Geçen yazımızda buna benzer bir konuya değinmiştik. Bu konu o kadar derin ki hakkında ne kadar yazılırsa azdır. Sâdî, bu konuyu adı geçen eserinde 13. yüzyılda işlemiştir. Ama gelin görün ki adeta şimdi yazılmış gibi hükmünü sürdürüyor. Demek ki okumak-yazmak yetmiyor. Yazılanı hayata aktarmak lâzım. Bu tür yazılar çok hoşumuza gider. Ancak ne hikmetse okuyan manayı kendinde değil de hep başkalarında arar. Bu, enâniyettir.
Zira insanoğlu genel olarak herkesi kusurlu, kendisini kusursuz kabul eder. Öyle olunca da kendine ders çıkarmaz, ibret almaz. Aslında çıkarmaz değil; çıkarır ama “Ba’de Harab’ül Basra”… Yani iş işten geçtikten sonra…
Eşinin uzun süren tedavi süreci ile ilgili anılarını yazan emekli vali Doğan Pazarcıklı' nın “Bir Hasta Sahibinin Hastane Günlüğü” kitabından yaptığım ibretlik alıntıyı paylaşmak istiyorum.
“Ben niye yalnız kaldım? Ben iki yılı niye tek başıma geçirdim?
Cevap veriyorum: Ben, kent kökenli bir kültürden geldiğim için böyle oldu bu. İlk günlerde ziyaretçimiz boldu. O pala bıyıklı, üç günlük sakallı hasta sahiplerinin hastalarının odalarında çiçek miçek yoktu, ama bizim odamız çiçekten geçilmiyordu. Eh, ne yapalım, iş uzadı, iş uzayınca yalnız çiçekler değil, çiçek sahipleri de eksildi. Öbür odaları da izliyordum, çiçek baştan beri yoktu ama insanlarla dolup dolup boşalıyordu o odalar. Birinci ay sonunda bizi doğrudan arayan kalmadı...”
Hikâyeden çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Ancak bu kitabı yirmi yıl önce okuduğum için kendimi şanslı görüyorum. Dile kolay, yirmi yıl! İki kelime: yirmi-yıl. Bu süre içerisinde çok şey yaşadım. Bu süre, düşüncelerimi olgunlaştırmam için epeyce uzun bir süreydi. O hikâyede resmedilen sunî dostluklara hiç ısınamadım. O duruma düşmemek için “sûnî” resmî ilişkilerden ziyade -şairin dediği gibi- “Gitmesek de görmesek de” candan olan dostluklara sahip olmanın önemine inandım. İhtiyaç duyduğunuzda sorgusuz sualsiz yanınızda olacak güzel dostlar…
Düşünce (zor durumda kalınca veya hatalı bir davranış sonrasında) aradığınızda, “Neden böyle yaptın”, “Nasıl oldu” vs. demeden koşar adım gelecek dostlar. Bu tür dostlar, bir elin parmaklarından daha azdır ama arada mesafeler de olsa varlığı güven veren dostlardır.
Yaşanmışlıklardan örnekler vermek bazen yanlış anlamalara yol açabiliyor. Fakat ne çare ki, tecrübeler ancak yaşanmışlıklardan yola çıkarak aktarılabiliyor. Bu yüzden kendimi övmek için değil, fakat vefa hissinin insanlar üzerindeki olumlu tesirini gösterebilmek için yaşadığım bir olayı anlatacağım:
Hatay’da görev yaparken bir arkadaşımızın annesi hastalandı. Hastaneye kaldırıldığını duyunca hemen hastaneye koşup arkadaşımın yanında ve hastanın başucunda bulundum. Daha sonra hastamız vefat etti. Yıllar sonra benim yerime geçen müdür, personelin şahsıma duyduğu hürmet ve muhabbetin derecesini görünce o arkadaşımıza sormuş: “Murtaza nasıl bir adamdı?” Arkadaşın cevabı kısa ve net olmuş: “Annem hasta olup hastaneye kaldırılınca yanımda abimden önce o vardı...”
Şahsî özelliklerinizden ötürü sizlere gösterilen bu tür iltifatlar elbette güzeldir. Fakat öyle bazı iltifatlar vardır ki şahsınıza değil, makamınıza –varlığınıza yöneliktir. Görevli-varlıklı iken yapılan bu gibi iltifatın, gösterilen sevginin, görevimizden (makam-rütbe-unvan vs) dolayı değil de şahsımızdan ötürü olduğunu düşünürüz. Çünkü gösterilen ilgi ve sevgi o kadar yoğundur ki sahte olup olmadığını öğrenmek o makamda -varlıkta iken çok zor. Bu ilgi ve sevgi, insanın gözünü kararttığından, onu anlamak için çok çaba da harcanmaz. Bunu görevden ayrılıp da bir süre sonra o görev yerine gittiğinizde veya varlığınızı yitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz ancak…
Peygamber efendimiz (sav) tarafından görevlendirilen bir zekat tahsildarı vazifesini bitirip Medine’ye döndüğünde hesabını Resulullah’a verirken şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Şu sizin zekât mallarınız, bunlar da bana verilen hediyelerdir.” Hz. Peygamber hayretle sorar: “Tuhaf şey! Sen doğru adamsan söyle bakalım, ananın babanın evinde otursaydın bu mallar sana hediye edilir miydi?
“Koskoca paşa-müdür-amir-hakim-savcı vs.” denildiğini çok duymuşsunuzdur. Ancak “koskoca emekli paşa-emekli-müdür vs.….” denildiğini hiç duydunuz mu? Duyamazsınız, çünkü yüceltmeler şahsa ait gözükse de esasında göreve aittir. Onun için bu ayrımı görevde iken fark etmek lazım. Yalancı yükselişlerin bedeli çoğu zaman sahici yıkımlardır. Bu sebeple görevde iken kendisini hak ettiğinden daha yükseklere konumlandırmak, emeklilik gibi kaçınılmaz vedalar sonrasında yıkıma davetiye hazırlamaktır. Kısacası düşüşün tahribatı, kendinizi yükselttiğiniz ölçüde büyük olacaktır.
Daha önce uzun süre görev yaptığım bir ilçede halkın ekâbirleri (ileri gelenleri) arada sırada ilçe bürokratlarını yemeğe davet ederlerdi. Davetliler arasında ben de vardım. Derken bir gün davetlilere baktığımda daha önce fark etmediğim bir durumu gördüm. Davetliler genel olarak aktif bürokratlar, yani kaymakam, hakim, savcı, vergi müdürü, mal müdürü gibi halkın işinin düştüğü memurlardı. Tabiî bu kişiler her davete iştirak etmezlerdi. Ancak ekip hemen hemen aynı kişilerden oluşuyordu. Ondan sonra kendi kendime yemekteki samimiyeti ölçecek bir yol buldum.
Yemek daveti gelince hemen cevap vermiyordum. Biraz zaman geçince meteoroloji müdürünü arayıp çaktırmadan davet saatinde ne yapacağını öğreniyordum. Eğer o da davetli ise daveti kabul ediyor, değilse kabul etmiyordum. Çünkü meteoroloji müdürünün katıldığı davetler (meteorolojiye kimsenin işi düşmediği için) ihlâslı, samimî davetler oluyordu. Ölçü ne kadar doğru bilmiyorum, ancak beni hiç yanıltmadı.
Bu durum varlıklı vatandaşlar için de aynen geçerlidir. Yaşanmış bir hikâye: Vaktiyle Ali isminde varlıklı bir adam varmış. Bir sürü arabası, malı mülkü varmış. Nasreddin Hoca’nın "Ye kürküm ye" hikâyesi misali gittiği her yerde saygı ve ikram görürmüş. O günlerde insanlar ona “Ali Bey” diye hitap ediyorlarmış.
Gel zaman git zaman, adamın işi biraz sarsıntı geçirdiğinden arabalarını ve mülklerini satmış. Satmış ama insanlar onda hâlâ para olduğunu bildiklerinden ismini sadece bir kademe düşürüp "Ali" diye hitap etmeye başlamışlar, "Bey" ifadesi terk edilmiş. Bir süre daha geçip de paralar suyunu çekince “Ali” de gitmiş; yerine "Aliko" - yerel kullanımda herhangi bir saygınlığı olmayan düşük değerli bir lakap- gelmiş.
Öyleyse temel mesele, sıfatımızı geçkin bir isme, kürkümüzü taşkın bir cisme, koltuğumuzu aşkın bir haysiyete malik olmaktır. Bazen emekli olma düşüncemi açıkladığım zaman “Aman ha! Sonra halk nezdinde itibarınız azalır da çok üzülürsünüz!” diye karşılık veriyorlar. Ben de kendilerine şunu söylüyorum: “Çarşıda, pazarda, her yerde ve her zaman ‘Defterdar’ sıfatı ile değil ‘Murtaza’ ismimle gezerim. Hastane’de olsun sair kurum ve kuruluşlarda olsun kendime sade vatandaş muamelesi yapılmasını isterim. Ben konum konforunun müptelası olmadım ki hasretini çekeyim!”
Eğer başarabilirsek insan olabilmenin şerefi, hepimize yeter. Emekliliği de olmaz bunun üstelik.