Nur yüzlü bir ihtiyar, Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem'in muhteşem sarayı önünde durdu. Kapıdaki nöbetçiler, yanına yaklaştılar, "Ne arıyorsun ihtiyar?" diye sordular.
- Ben yolcuyum. Bu gece konaklayacak bir kervansaray arıyorum.
- Yanlış gelmişsin baba. Burası kervansaray değil, hükümdarımızın sarayıdır..
Nöbetçiler ne dedilerse onu ikna edemediler. Sonunda hükümdara durumu bildirdiler. İbrahim bin Ethem, "Gelsin bakalım tanıyalım şu ihtiyarı" dedi ve içeriye buyur etti. Ona sordu:
- Burası benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını kervansaray diye küçümsersin?
- Burası kervansaraydır, istersen sana ispatlayayım.
- İspatla bakalım. İspatlayamazsan cezalandırırım.
- Kaç zamandır burada oturuyorsun?
- 3 yıldır.
- Senden önce kim oturuyordu?
- Babam; 10 yıl oturduktan sonra vefat etti.
- Peki ondan önce kim, ne kadar oturdu?
- Dedem, o da 2 yıl hükümdarlık yaptıktan sonra öldü.
- Senden sonra kim oturacak?
- Herhalde oğlum oturur.
Bu cevaplardan sonra ihtiyar güldü ve sözlerini şöyle sürdürdü:
- Sana burasının kervansaray olduğunu söylemiştim. Deden geldi kondu geçti, baban geldi bir müddet kaldı gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine oğlun geçecek.
Bu gelip gitmeler devam edecek. Kervansaraylar da yolcuların gelip gittikleri yerler değil mi?
...
“Mal da yalan mülk de yalan, var biraz sen de oyalan” Nedense bu söz mal-mülk (makam-saltanat) kaybedildikten sonra söylenir veya akla gelir. Resullulah (sav) bu durumu şöyle anlatıyor: “İnsanoğlu ‘malım, malım’ der. Halbuki âdem-oğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terk eder ve insanlara bırakır.)” Resulullah bunu 1400 yıl önce söylemiş. Yunus, yıllar sonra bunu tefsir etmiş. Ancak devran hep böyle işliyor. Kürtçede bir söz vardır. “Kâ Âkıl! (Nerede Akıl!)”
Temel idam cezasına çarptırılmış. İdam sehpasında kendisine son sözlerini sormuşlar. "Bu da bana ders olsun!" demiş.
Oysa ders ve nasihatlere iş işten geçtikten sonra değil, fakat hâlâ hata yapmama fırsatımız varken ihtiyacımız var. Asırların ifadesi olan bu ve benzeri atasözleri, laf olsun diye söylenmemişler. Bunlar uzun tecrübelerden sonra kayıtlara girmiş sözlerdir. Atasözlerine kayıtsız kalmamız, onları kolonya misali kullanmamız, atasözlerinin kıymetini yeterince bilmediğimizi gösteriyor. Atasözlerinin kulağa hoş gelen kâfiyeli sözlerden ibaret kalmaması için özellikle öğretmenlere büyük iş düşüyor. Atasözlerinin değerini, hikâyesini, verdiği mesajı, çocuklara anlayacakları şekilde anlatırlarsa, zihinlerinde kalıcı bir etki bırakabilirler. Müfredatta var mı bilmiyorum yoksa “Atasözleri” adıyla müfredata ders eklenmesinde büyük bir fayda var. Her atasözü mutlaka insana katkı sunar. Yeter ki usulünce, üslûbunca anlatılsın.
Televizyonların olmadığı zamanlarda radyo çok yaygın kullanılıyordu. Çocukken radyoda dinlediğim aşağıdaki atasözünün hikâyesini, sunucu o kadar güzel bir üslûp ile anlatmıştı ki aradan 50 yıl geçmesine rağmen onun o kadife sesi, şimdi duyuyormuşum gibi hâlâ kulaklarımda...
Bir memlekette küp (Su, pekmez, yağ vb. sıvıları saklamaya yarayan, geniş karınlı, dibi dar toprak kap) imâlatçısı varmış. Dükkânda çalışan çırak, işi öğrendiğini söyleyip ustasından dükkân açmak için izin istemiş. Ustası “Henüz öğreneceğin çok şey var” deyip göndermek istememiş, ancak çırak ısrar edince de izin vermiş. Çırak güzel bir dükkân açıp üretime başlamış. Ürünleri albenili olarak sergilemeye başlamış. Küpler o kadar güzel duruyormuş ki ürünler çok çabuk tükenmiş. Ancak enteresan bir durum olmuş. Sattığı küplerin birçoğu çatlamış olarak geri dönmüş. Çırak, buna bir anlam veremediği için ustasına koşup durumu anlatmış. Ustası şöyle demiş:
- Evladım, küpleri yaparken arada bir “püf, püf” diye üflediğimi hatırlıyor musun?
- Evet, hatırlıyorum.
Peki niye böyle yaptığımı merak etmedin mi?
- Merak ettim ancak tik olabilir diye sormadım.
- Evlat, küpü çark üzerinde döndürüp şekil verirken kilin içinde baloncuklar oluşurdu. O baloncuğu “püf, püf” diye üfleyerek söndürüyorum. Onu yapmasam –tıpkı senin yapmadığın gibi- o baloncuk, bulunduğu yerde ince bir zardan oluşan hava keseciğine sebep olur. Küp ne kadar iyi olursa olsun, o baloncuk küpün zayıf noktası olacağından ilk fırsatta küpte bir delik oluşturup, küpü çatlatır. “Bu işin püf noktası budur.”
İşte püf noktasının hikâyesi böyle. Mâlum, bir zincirin gücü, en zayıf halkanın gücü kadardır.
***
Bize bir görev, makam verildiği zaman şunu düşünmemiz lazım. Oturduğumuz koltukta bizden önce kim bilir kaç kişi oturmuştur ve o kişiler şimdi nerededirler? Bir çoğunun ismini kimse hatırlamaz. Hatırlananlar ise ya olumlu ya olumsuz iz bıraktıkları için hatırlanır. Gerisinin esamesi okunmaz. Makamlar geçicidir. Önemli olan bunlara sahipken değerini ve bir sonu olduğunu bilmektir.
Nasrettin Hoca’ya adamın birisi sormuş:
-Kimsin?
“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.” Dudak büküp önemsemediğini görünce, bu defa Hoca sormuş:
– Sen kimsin?
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.
– Herhalde vali olurum.
– Daha sonra?
– Vezir
– Daha daha sonra ne olacaksın?
– Bir ihtimal sadrazam olabilirim.
– Peki, ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.”
– Daha niye kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden hiçim, senin yıllar sonra gelebileceğin “Hiçlik makamında!”
***
Müdürlük yaptığım ilçelerden birinde hükümet konağında çok güzel çalışmalar yaptık. Uzun süre o ilçede görev yaptım. Bina sorumlusu idim. Bu işi zevkle yapıyor ve sanki özel işyerim imiş gibi her zaman yeni iyileştirmeler, güzelleştirmeler yapıyordum. Aslında buralar bize milletin emanetidir. Dolayısıyla en az özel işyerimiz gibi özen göstermeliyiz. Daha sonra tayin nedeniyle oradan ayrıldım. Beş altı sene sonra yolum o ilçeden geçince hükümet konağına gittim. Konak bana öksüz gibi geldi. Girişte güvenlik “beyefendi nereye gidiyorsunuz,” diye sordu. Kendi kendime tebessüm ettim. Orada çalışırken binaya girdiğim zaman, güvenlik saygıdan dolayı ayağa kalkar, hürmet ederdi. Şimdikiler ise beni tanımadığı için doğal olarak sorguluyordu. Daha sonra merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıktım. Çıkarken katlara göz atıp, tanıdık görebilir miyim diye bakıyordum. Adliye katına gittim. Kapılarda yabancı isimler. Daha önce kapıyı çalıp içeri girdiğim ve derin sohbetler yaptığım savcı ve hâkimlerin yerlerinde yeller esiyordu. Kapılardan birini çalıp içerideki hâkim-savcıya “Kardeşimin yerini niye işgal ediyorsunuz” diyesim geldi…
Bizim müdürlüğün katına çıktım. Bereket orada daha çok tanıdık vardı. Sohbete daldık, kaş ile göz arasında eski günlerin anısına yaş pasta, içecek aldılar. Birlikte çalıştığımız zaman her cuma mesai bitimine yakın pasta vs alıp sohbet toplantıları yapardık. O güzel günleri anmak istediler.
Çocukluğumda ismini hayal meyal hatırladığım bir validen söz ediliyordu. 1968-1971 yıllarında Mardin'de görev yapmıştı (1962 doğumluyum), Celal Kayacan (Nur içinde yatsın). Bugün dahi (49 sene sonra) benim yaşımdakiler ve daha büyüklere vali dediğinizde hemen “Celal Kayacan” derler. Ondan sonra birçok vali geldi geçti. Onlara kötü demiyorum; ancak adı hafızalardan silinmeyen tek kişi Kayacan’ dır. Demek ki asli görev yapılırken gönüllere girmek için ekstra bir çaba sarf etmek gerekiyor ki Allah’ın rızası kazanılırken kulun da duası alınabilsin. Bununla beraber emekli olduktan sonra da sallanan sandalyede sallanırken geçmiş günleri hatırlayıp tebessüm edilebilsin. Tabiî bu da emek ister. Standart memuriyetle bu iz bırakılmıyor.
Görevde iken yapacağınız ancak kimsenin fark etmediğini düşündüğünüz hatalı-kusurlu davranışlar hep hafızalara kazınır. Çevrenizde bulunan az sayıdaki dalkavuklar da size hata yaptırmak için fırsat kollar.. Ve olumsuz şeyleri parlatarak size olumlu-güzel olarak göstermeye çalışırlar. Ve sonrasında da bunları çok iyi kullanırlar. Bu tuzağa düşmemek lazım.
Yönetici, bir baba gibi davranmak zorundadır. Bir baba mı yoksa klasik bir amir mi olduğunuzu şu şekilde ölçebilirsiniz. Görev yaptığınız yere yıllar sonra yetkisiz döndüğünüz zaman amirlik yaptığınız kişileri ziyaret edip yemeğini çayını içebilecek misiniz? Tabiî bunu objektif bir şekilde değerlendirmek lazım.
Mal da yalan mülk de… Bir çoğumuz, bir çok şeye sahibiz. Ve sahip olduklarımıza “benim” deriz. Mardin halkı taşınmazlar için (özellikle binalar için) sorulduğunda “benim” demezler. Ya ne derler? “Mılk Alla”. Yani “Allah’ın mülkü”. Çünkü bilirler ki mallar kısmen bâki ise de, kendileri fâni. Fâni olan kimse, bir şey için “benim” der mi?!...Şöyle bir düşünüyorum da yüce Allah 150-200 sene önce ölenleri bir diriltirse, aynı taşınmaza (bina arsa vs) kaç kişi sahip çıkıp “benim” der! Bu manzarayı zihnimizde canlandırdığımızda “benim” kelimesinin anlamsızlığını hissedebiliyoruz. Dolayısıyla malı sahibi- kölesi gibi değil, bize kısa bir süre için (ömrümüz boyunca) verilen bir emanet olduğunu kabul ederek kullanmamız lazım.
Rabbim yaşarken ve yetkili iken bunları fark etme basireti versin...