Geçenlerde görüştüğüm bir arkadaşım, bana elim bir trafik kazasından söz etti. Kaza yapan aracı kendisi temin etmiş olduğundan, ortaya çıkan sonuçtan da kendisini sorumlu tutuyordu. Olay her aklına geldiğinde çok üzüntü yaşadığını ifade ederek, “Ben aracı temin etmeseydim, böyle olmazdı.” dedi.
Kendisine kusurlu davranışlarımız dolayısıyla oluşabilecek kötü neticelerinden -kusurumuz oranında- elbette sorumlu olduğumuzu, ancak masumane eylemlerimizden dolayı oluşacak olumsuz olaylardan kendimizi sorumlu tutmamızın doğru olmadığını söyledim.
Bu konuşmamızdan çok kısa bir süre sonra aşağıdaki hikâyeye rastladım. Hikâye gerçekten çok etkileyiciydi. Bu hikâyenin bir tevafuk sonucunda karşıma çıktığını düşünüyorum.
Endülüs Emevi Devleti’ni kuran Abdurrahman, müstesna kabiliyetleri olan bir hükümdar olarak bilinir.
Bir gün, yanında sadık kölesi ile birlikte Kurtuba harabelerine ait yüksek surlardan geçerken, ihtiyar bir adamın kendini uçurumdan atacak gibi durduğunu fark eder. Usulca ona doğru sokularak çevik bir hareketle önüne geçer, sonra yanına oturup derdini sorar.
İhtiyar adam, şaşkın bir ifade ile anlatmaya başlar:
-“Ben okuyamadığım için oğlumun ilim öğrenmesine çok çalıştım. Akıllı, çalışkan, yakışıklı bir oğlum vardı. Medresede okuyordu. Bir gece geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi gün dağa oduna giderken, “Gel oğul beraber gidelim!” dedim. O gelmek istemedi ise de ben ısrar ettim. Beraber ormana geldik, beraber çalıştık. Ama dönüşte -nasıl oldu anlamadım- işte tam buradan ayağı kaydı. Bir anda onu uçurumun dibinde gördüm. Bir aydan beridir evladımı kaybetmekten daha derin bir acı ile yanıyorum. ‘Israr etmese idim benimle gelmeyecekti!’ düşüncesiyle adeta deliye döndüm. Yemeden içmeden kesildim. Nihâyet işte gördüğünüz gibi kendimi aynı surdan atmak üzere buraya geldim.”
İhtiyar sözünü bitirince çocuklar gibi ağlamaya başlar. Hükümdar ihtiyarın sırtını sıvazlayarak:
-“Hayret! Beni size tesadüf ettiren Hakka şükürler olsun! Zira sizin gönlünüzde düğümlenen şüphelerin uçları bende!” diyerek anlatmaya başlar:
-“Abbasiler, Emevilerin köklerin kazımaya karar verdikleri zaman zâlimâne bir hileye başvurdular. Abbasi kumandanı Abdullah, Suriye’de vâli iken Evca ırmağının kıyısındaki «Ebû Futrus» kalesinde büyük bir ziyâfet hazırladı. Bütün Emevî büyüklerini, “Artık sizlerle dost geçinelim” diyerek bu kaleye dâvet etti. Atalarımın Hz. Hüseyin’e yaptıklarına ezelden utandığım için, davetiyeyi aldığımda sevindim. On üç yaşındaki kardeşim, sanki içine doğmuş gibi gelmek istemedi. Israrla götürdüm. Ziyafetin tam kaynaştığı an, silâhlı muhafızlar silâhsız misafirlere hücum ettiler. Korkunç bir boğazlaşma başladı. Tam yanımdaki pencereden kardeşimi de alarak ırmağa atlayabildim. Arkamızdan kıyıya koşanlar, “Geri dönün, biz hânedanı size bırakmak için bunu yaptık” diye bağırıyorlardı. Bütün çabalarıma rağmen yüzmekten yorulan kardeşim kıyıya yöneldi. Onu tutamadım, döndü ve hemen onu oracıkta öldürdüler.
Nehrin diğer kıyısına ulaştıktan sonra, uzun ve macera dolu bir yolculukla bütün takipçileri atlatarak Tunus'taki akrabalarımın yanına gelebilmem hakikaten bir mucize oldu. Daha sonra İspanya topraklarına geçtim. Ama her yerde henüz küçücük bir talebe olan kardeşimin hayali sanki beni takip ediyor gibiydi. ‘Israr edip, onu ziyâfete götürmeseydim tavuk gibi boğazlanmayacaktı’ düşüncesiyle kahroluyordum. Nihâyet bir gece rüyamda Hz. Yakub'u gördüm, gâyet açık bir ifâde ile bana dedi ki:
-‘Ben Yusuf'u kaybettikten sonra çok ağladım. Ama bir kere bile, O’nu kardeşleriyle göndermeseydim, demedim. Zira; «Kulun tedbiri takdirin sınırlarına kadardır» «Şüphesiz ki ilim yolunda ölenler şehittir.»’
Uyanınca isyankâr olduğumu anladım ve hemen tövbe ettim.
İhtiyar oduncu hükümdardan dinlemiş olduğu hikayeden memnun bir ifade ve hürmet ile ayağa kalkarak eğilir ve “Demek ben de şehit babasıyım!” diyerek gözyaşları içerisinde hükümdarın ellerine sarılır. Hükümdar da ona ihsanda bulunup sabırlar dileyerek onu uğurlar.
Şüphesiz hayatın iniş ve çıkışları vardır. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede “Andolsun ki biz sizi biraz candan biraz maldan eksiltmelerle sınayacağız sabır edenleri müjdele (Bakara, 155)” buyurmuştur. Dolayısıyla başımıza gelen musibetleri Hızır- Musa kıssasında olduğu gibi (bu konu daha sonra incelenecektir) bir lütuf veya bir imtihan gibi görüp yüce Allah’ tan sabr-ı cemil dilemeliyiz.
Rabbim bizleri ızdıraplar karşısında metin duran, musibetler karşısında da sabır gösteren sadık kullarından eylesin.