Ünlü edebiyat yorumcusu ve eleştirmeni Roland Barthes yakın zamanda okur merkezli eleştiriciliğin en çok yoğunlaştığı edebi kavramlardan biri haline gelen ‘yazarın ölümü’ nü literatüre kazandırdı. Yazarın ölümü başlığıyla edebiyatseverlerin dikkatlerini üzerine çeken yazar, bir takım tartışmaların da zeminini oluşturdu. Okurun önemine değinen Barthes’in “Bir metnin tekliği onun nereden geldiğinde (kökeninde) değil, nereye gittiğindedir.[...] Okurun doğuşu, yazarın ölümü pahasına gerçekleşmek zorundadır” ifadeleri okurun yazardan bağımsız olarak metinlerin anlam kazanmasındaki önemine yönelikti.
Edebiyat profesörlerinden Mehmet Tekin Roman Sanatı adlı yapıtında bir epigram paylaşır: Homo homini lupus: İnsan insanın hikâye anlatıcısıdır. Sözlü ya da yazılı olsun, bütün aktarımlarda bir aktaran ve bir de aktarılan mevcuttur. O halde edebiyatın görevi nedir? Edebiyat insanı vazife bilir; insan, edebiyatın hem eyleyeni hem de eylenenidir. İnsan olmadan edebiyattan söz edilemez. Daha çok metinsel bağlamda ‘yazarın ölümü’nden hareketle okur merkezli eleştiriciliği ifade eden Barthes’in yazarı katledilişini mecazi ya da sembolik anlamlar yüklemeden olduğu gibi anlamlandırırsak, edebiyat bu durumdan nasıl etkilenir? Demek istediğim, yazar ölünce edebiyat da ölür mü?
Orhan Pamuk, Alman şair Schiller’in bir çalışmasından esinlenip 2009’da Harvard Üniversitesi Norton dersleri bünyesinde sunum yaptığı ve daha sonra da kitaplaştırdığı Saf ve Düşünceli Romancı adlı çalışmasında okur türlerinin önemine değinmiş; yazar-eser-okur odaklı eleştirel yol izleği olan edebiyat çalışmalarının ve günümüz metinlerinin okurdan bağımsız anlam kazanmasının mümkün olmayacağını vurgulamıştı. Yine benzer şekilde, sözü geçen yapıtında, sıklıkla Rus yazar Tolstoy’un Anna Karenina’sından çeşitli saptamalarda bulunup, Anna’nın ölümsüzlüğünü deşifre etmişti. Hatta, Pamuk’un bu ifadelerine paralel olarak, Lolita’nın yazarı Rus edebiyat bilimcisi Vladimir Nabokov’un bir konuşmasında ifade ettiği “Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı; Madame Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak” sözü ölümsüzlüğü tadan eşsiz bir edebi eserin dışavurumuydu.
Edebiyat eserlerinin yazıldığı dönemden günümüze kadar sayısız kurgusal karakter ‘insan’ sıfatını alıp ebedileşti. Cervantes’in Don Kişot’undan Defoe’nun Robinson Crusoe’suna; Dostoyesky’nin Raskolnikov’undan Stendhal'in Julien Sorel’i ve Tanpınar’ın Mümtaz’ına; Woolf’un Bayan Dalloway’ından Beckett’in Viladimir ve Estragon’una kadar daha isimleri listelere sığmayacak çoklukta ölümsüz ‘insan’ kurmaca dünyanın ebedi şahsiyetleri oldu. Hatta kimileri kendi yaratıcılarını bile gölgede bıraktı. Çoğumuz Jan Valjan’ı telaffuz ettiğimizde Victor Hugo’yu çoktan raflara gömmüştük! Ya da Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’yla ismini duyduğumuz Peyami Safa’nın hayatından bir takım izlekleri bu eseriyle öğrenmiş olduk… Belki de Gustave Flaubert, kendisine ‘Madame Bovary kimdir?’ sorusu yöneltilince, karakterinin ölümsüzlüğüyle ebedileşmek adına ‘O, benim. Madame Bovary benim!’ yanıtını vermişti.
Yine Pamuk’un “Romanlar ikinci hayatlardır” ifadesi Philip Stevick’in “Kişiler romanın varoluş sebebidirler. Roman onlara hayat vermek için yazılır” söylemiyle birleştirilince edebiyatın yazardan bağımsız bir ‘ölümsüzlüğünün’ olduğu sonucunu doğurur. Bu durumda her şey okurun varlığına bağlıdır; yani, Roland Barthes’in yazarı öldürmesiyle okurun varlığını garantilemesi, aslında edebiyat biliminin varlığını sigortalaması manasını taşır. Bu durumda değişen edebiyat değil Lübnanlı Fransız edebiyatçısı Amin Maalof’un söylemiyle “[…] değişen [metin değil] bizim bakışımız”. Dolayısıyla metinlerin yazarları yok olsa da, hem gerilerinde bıraktıkları ölümsüz metinler ve karakterler hem de farklılaşan nesillerin farklı bakış açılarıyla şekil bulan yeni yönelim ve değerlendirmeler sayesinde edebiyat ebediyete kavuşur. Onu eyleyen yok olsa da, eylenen olgu ve durumlar ile okurlar sayesinde edebiyat sağ kalır.
Nitekim kendi serüveninde mağaradan papirüse, ağaç kavuklarından dijital ekranlara kadar modern bir yol izleyen yazı, daima insanı takip etti. İnsan var oldukça, harfler de insanı anlatmaya devam etti. O zaman, yazıyı mağara resimlerinden bilgisayar ekranına taşıyan insan var olduğu müddetçe edebiyat ölmez. Bu söz konusu insanın, o edebi yapıtın yazarı olması gerekmez; o yapıtın karakteri olması da okuru olması da onun ölümsüzlüğe ulaşması için yeterlidir.