Beytü’l-mal, geniş anlamıyla devlete ait her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı yer demektir. Yani devlet malı, yani diğer adıyla hazine…
Beytü’l-malda bütün ülke insanlarının hakkı vardır. Her bir fert ayrı ayrı hak sahibidir. Dolayısıyla devlet malını kullanırken bu bilinçle kullanmak lazım. Özellikle de kamu görevlilerinin buna çok dikkat etmeleri gerekir.
Kamu malını kullanırken şöyle düşünmek gerektiğine inanırım: Kendi evimizde, özel işyerimizde eşyamızı nasıl kullanıyorsak -ki bu asgaridir kamuya ait işimizde ve işyerimizde de öyle davranmalıyız. Dediğim gibi bu ölçü asgaridir. Kendi evimizde israf ediyorsak -ki bu da nadirdir ve dinen de makbul değildir- devlet malını da israf edemeyiz.
Geçmiş yıllarda sıcak bir bölgede görev yaparken ziyaret ettiğim bir üst düzey kamu görevlisi, odasında klimayı açmış; öte yandan pencereyi de açık bırakmıştı. Bu şekilde klimanın çok enerji harcayacağını söyledim. ‘Böyle güzel oluyor. Pencereden de temiz hava geliyor,” dedi. Eminim bu hareketi evinde yapmıyordur.
Devlet malını israf etmek, haksız kazanç elde etmek, ülkemiz vatandaşlarının malını israf etmek ve onların malını gasp etmek ile eşdeğerdir. Daha önceki yazılarımda bizdeki helal-haram algısına değinmiştim. Buna göre bizdeki bu algı boğazdan geçen şeylerle sınırlı algılanır olmuş. Bu algıyı kırmazsak ne biz kurtuluşa ereriz ne de devlet iflah olur. Devletin iflah olamaması, 84 milyonun iflah olmayıp; onların hakkının da bize geçmesi demektir.
Hz. Ömer'e atfedilen bildik bir hikaye vardır: Hz. Ömer halife iken, bir gece makamına ashaptan biri gelir ve selam verip oturur. Fakat selamı alınmaz. Hz. Ömer önündeki işle meşguldür ve konuk merak içinde bekler. İşini bitiren Hz. Ömer, önünde yanan mumu söndürdükten sonra ikinci mumu yakar ve konuğunun gözlerinin içine bakarak, “Aleyküm selam...” der. Konuğu sorar:
- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve bir mumu söndürüp diğer mumu yaktıktan sonra konuşmaya başladın? Hz Ömer cevap verir;
- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için, kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle konuşmaya başladım…
Böyle bir gelenekten gelen insanlar olarak kendimize şu soruyu sormalıyız: Biz bu olayın neresindeyiz? Hz. Ömer gibi olamayız belki ama hiç olmazsa o yolda olabiliriz.
Bu durumlara özellikle iman iddiasında bulunanlar dikkat etmelidir. İddiasında diyorum çünkü iman iddiasında bulunanların yaşamlarında bunu ispat etmeleri gerekir, yoksa bu bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Merhum Prof. Dr. Seyyid Kutup, şöyle söylüyor: Başkalarını iyiliğe çağırıp da bu çağrıya ters düşen davranışlarla ortaya çıkmak, insanların vicdanlarında sadece bu çağrıyı seslendirenlere karşı değil, çağrı konusu olan davaya karşı da şüphe uyandıran büyük bir musibettir. Sıradan bir insanın hak-hukuka aykırı davranışları belki toplumda çok etki bırakmaz çünkü onun iman-hak-hukuk-dürüstlük gibi bir iddiası yoktur. Ancak iman iddiasında bulunanların davranışları, inançlarına mal edilir. Rahmetli eniştem şöyle derdi: İman iddiasında bulunan kişiler, kışın isli havalarda beyaz palto giymiş bir kişiye benzer, en ufak bir is parçası sırıtır.
Rabbim iman iddiamıza halel getirecek eylemlerden sakınmamıza ve bu bilinçle hayatımızı sürdürmemize yardım etsin inşaallah.