İlk olarak Şeytan ile başlayan ayırımcılık ve ırkçılık asrımızın toplumsal kanser tümörü haline geldi.

 

Sosyal, siyasal zemindeki bütün diyaloglarda kendisini gösteren bu bela kötülüklerin kaynağıdır ve kibir, bencillik bataklığından beslenir! Ayırımcılık insanın çirkinliğiyse, ırkçılıkta insanlığı özünden, fıtratından uzaklaştırma, fitneye sebep olma açısından daha da şiddetlisidir.

 

Irkçılık, sadece kendisini değil toplumu ve hatta ekolojiyi, diğer canlıları da etkilemektedir. İnsan denilen nankör, nimetleri inkâr eden, unutan, akıl etmeyen, bencil, ayırımcı ve ırkçı yaratıktan mazlum insanlar tarih boyunca zarar görmüştür. İnsan fıtraten doğal, toplumun faydasını gözeten, birlikte yaşama kabiliyetine sahip olan bir varlıktır; ancak en çok canlılara, sosyal hayata ve doğaya zarar veren yine insanın kendisidir.

 

İnsanlık tarihinde nerede egemenlik, iktidar, güç, hayat varsa orada ayırımcılık, ırkçılık, yok sayma, inkâr etme, ötekileştirme, hakir görme, imha ve adaletsizlik vardır. İnsanlığın başına bela olan asrımızın bu kanser tümörü, bulaştığı her yeri hasta eder. Korku, dehşet insanı bir kâbus gibi sarmalar ve hasta adamlar ne yaptığını bilmez halde katliamlarla, cinayetlerle, korku atmosferi oluşturmalarla varlığını sergiler.

 

İlimde, irfanda, maneviyatta ve medeniyette, derinleşen ve ileri bir safhaya ulaşan toplumlar büyük bedeller ödeyerek, mücadele ile bu hastalığın etkisini kısmen de olsa insanın yaşamından uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Irkçılık ve ayırımcılık sadece bireysel veya gruplarla sınırlı kalmıyor. Toplumları, sistemleri, devletleri kendi yörüngesi içerisine alabiliyor. Devlet eliyle yapılan ırkçılık sistematik bir uygulama ile topluma yansıtılmaktadır. Sistemleştirilen ayırımcılık ve ırkçılık, egemen ulusun, ırkın varlığını, hâkimiyetini, devlet geleneğini ayakta tutmak için başvurulan yöntemdir.

 

Nefret, kin, öfke ve saldırganlık her ayırımcının veya ırkçının doğasında eğitimlerle belli bir seviyede kemikleştirilir ve bunun sonrasında tek tipçi bir zihin dünyasıyla yalan, iftira, ajitasyon, manipülasyon, hakaret perspektifinde hareket eder.

 

Bütün hakları sadece kendisine layık gören, kendisinden başkasına fırsat tanımayan, yok sayan, başkasından üstün olma faraziyelerine, başkasından daha üstün özelliklere sahip olduğuna inanan ırkçı zihin dünyası, kendisinden başkasının varlığına, hak taleplerine tahammül de etmez.  Kabil geleneğiyle nefret etmekle başlayan her şeyi sadece kendisi için hak görme hastalığı öfke, saldırganlık, inkâr, aşağılama, küçümseme ve kine evrildiğinde, şiddet üretir ve netice olarak karşıtını yok etme, dönüştürme, psikolojik baskı altında asimile etme eylemi geliştirilir.

 

Irkçı, nefret suçu yüklü kindar bir varlığa dönüştüğünde toplu katliamlar, soykırımlar, tehcir, adaletsizlikler, zulümler ve haksızlıklar bütün toplumun canını acıtacak seviyelerde politikalar uygulamaya konulur.

 

İnsanlık suçu olan nefret politikalarının, kindarlığa dönüştürüp şiddeti besleyen ve giderek toplumsal katliam ve yok etmelere çığır açan düşünce yapısının kaynağında ırkçılık, ayrımcılık, inkâr politikalar var.  Tarih boyunca insanlık en çok bu savrulmalardan büyük acılar çekmiştir. Üstün ırk teorisiyle diğerlerinin bu vasıflara sahip olmadığı düşüncesi ötekileştirme inşa eder. Bu ruh hali, ayırımcılık ve ırkçılık yapılmasını doğal karşılar ve bu zeminde yapılan insan hakları ihlallerini, nefret suçlarını görmezlikten gelir. Eğitime, yaşam şartlarına yansıyan ırkçılık normal yaşamın bir parçası olarak sistemleşir. Üstün ırk teorileri, ayırımcılık ve ırkçılık geri bıraktırılmış topluluklarda daha sert şekilde günlük yaşamda his edilir ve kendisinden başkasına hayat hakkı tanımamayı meşru bir hak olarak tanımlar.

 

İnsan, yaratılış olarak eşit özellikler taşıyan bir canlıdır ve hiçbir ırkın başka bir ırka üstünlüğü de söz konusu değildir. Dinen bu reddedilmiştir. Tarihsel süreci, medenileşmesi, gelenekleri, toplumsal yapılanması veya coğrafi etkileşimi farklı olabilir, ancak o, doğada yaşayan canlıların bir parçası olarak yaratılış açısından bir üstünlük sahibi değildir.

 

Modernizmin imparatorlukları yeni bir tarzda formüle edip ulus devletler olarak tanzim etmesiyle parçalanan Osmanlı imparatorluğunun devamı olan Türkiye’de, ırkçılık diğer ırkları inkâr ve imha ederek üstün ırk mitolojisini hâkim kılmaya çalışma şeklinde tezahür etti ve bu düzlemde şekillendirilen politikalar sadece Kürtlere karşı yapılmadı.

 

Osmanlı yıkılmış olsa da bin yıla yakındır inşa etmiş olduğu ulusçuluk geleneği, kendisinden başka ırklara karşı en şiddetli boyutlara hep uygulanagelmiş sistematik bir projedir. İmparatorluk refleksiyle biçimlenen ulus devlet paradigması neticesinde Anadolu’da hep kan akmış, sürgünler, yasaklar, hapisler, asimilasyon politikaları ve imha etmenin sistematik düzene kavuşturulması doğal bir süreç gibi algılanmıştır.

 

Devlet eliyle beslenen toplumsal ‘cinnet’ sayılan ırkçılık; bugün Kürtlere karşı linç, imha ve soykırıma sürüklenen politikalar haline geldiği biliniyor.

 

İlginçtir çoğu kez kutsalları kullanmaktan çekinmeyen Türkiye sistemi, dini bariyerlere rağmen hem ülke içinde ve hem de ülke dışında yeryüzünün en ırkçı devleti olma imajını korumaya devam ediyor. Ulus devletin bu zemindeki eğitiminin ürünü olan ırkçılık, Kürt düşmanlığını yasal ve toplumsal bir vatanseverlik formunda sunuyor. Bu alanda en ırkçı nefret suçu işleyenlerin sırtları aleni bir şekilde sıvazlanıyor ve cezai uygulamalardan kurtarılıyorlar. Linçlerde takınılan tutum örneğinde olduğu gibi.

 

Dünyada 220’ye yakın ulus devlet, sınırlamaları ve kısıtlamayı istisna tutarsak genel anlamıyla Allah’ın yaratmış olduğu dillerin, kimliklerin korunması için tarih, kültür ve sosyal süreçlerin özgürce varlık sergilemelerine imkân tanıyorlar.  Doğarken etnik kimlik seçme özgürlüğüne sahip olmadığımıza göre, hiç kimsenin kendi etnik kimliğini üstünlük taslayarak baskı unsuru yapmasına hakkı da olamaz.

 

İslam, renklerin, kavimlerin Allah’ın ayetleri olduğu vurgusuyla ve hiç kimsenin hiç kimseye fıtrat açısından bir üstünlüğünün olmadığını vurgulayarak Evrensel değerlerin sınırlarını binlerce yıl öncesinden belirginleştirmiştir. Medine Vesikası ile de bunun pratiğini ortaya koymuştur.

 

Dünya ulusları da bunu yasalaştırıp, ülkelerin imzasına sunmuştur. 10 Aralık 1948’te kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 1. Maddesinde, “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”

 

2. Maddesinde: “Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.”

 

3. Maddesinde: “Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.”

4. Maddesinde: “Hiç kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; her türden kölelik ve köle ticareti yasaktır.”

 

5. Maddesinde: “Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.” Denilir. Ancak uygulamalar bunun tam aksi istikamette seyrediyor.

 

Türkiye Anayasa’nın 10. maddesinde ayrımcılık yapılmasını yasaklanmış: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

 

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Denilmiştir. İnsanlık tarihinin ilk döneminden beri bütün erdemli, akıl sahibi, inanç sahibi vicdanlı insanlar insan özgürlüğünü geliştirmeye çalışmıştır.

 

Diğer dinler gibi İslam da bu özgürlüklerin çerçevesini en üst düzey normlarla bir fenomen haline getirmiştir. Türkiye, diğer ülkeler gibi BM İnsan Hakları Beyannamesine imza atan ülkelerdendir. Ancak pratikte buna ne kadar uyduğu hep sorgulanmıştır.