Neden gelişemedik sorusunun en net cevabı: Çünkü takılıyoruz! Sarığa takıldık, cübbeye takıldık, saça-sakala takıldık, başörtüsünün ucuna takıldık, küpeye takıldık, yaşam şekline takıldık ve hala takılmaya devam ediyoruz. Önce sarığı bilimin ve gelişmenin önünde düşman olarak belledik ancak sarıklı ve cübbeli olan onlarca bilim insanını unuttuk.
İbn-i sina, Razi, Zehravi, Battani, Fergani, Biruni, Sabit bin Kurra, İbn-i heysem, El-Cezeri, İbn-i Firnas, Ömer bin Hayyam, Cabir, Kindi… Bunlar bilimin öncüleriydiler. Bin yıl önce medresede eğitim görmüş, cübbeli ve sarıklıydılar. Çoğunlukla eserleri Avrupa’da 500-700 yıl boyunca ders kitabı olarak okutuldu. Eğer sarık, bilimin önünde bir engel teşkil etmiş olsaydı, bunlar bin yıl önce bugünkü bilime ışık tutacak bilimsel gelişmeleri yapabilirler miydi? Demek bilime engel olan bir bez parçası olan sarık değil, bilime engel olan sarığı bağladığımız kafa yapımızdır.
Sarığa takıldığımız dönemde Kadı ve Müftü olarak çeşitli yerlerde görev yapan, aynı zamanda Şair, Bilgin, Edebiyatçı olan ve 7 (yedi) dil bilen Xanili Salih Efendi’yi cahil, irticacı ve yobaz diye astık. Onu asan hakimler dahi onun kadar entelektüel değildi.
Asmadan önce mahkeme heyeti sorar: Kaç lisan biliyorsun?
Xanili Salih Efendi cevap verir: İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça, Kürtçe, Türkçe ve Zazaca olmak üzere yedi dil biliyorum.
Yedi dil bilene yobaz dediler ancak bırakın o günün alim diye geçinenleri, bugünün alimleri ve Üniversite profesörleri dahil yedi dil bileni hiç yoktur denilebilir.
Sarığa yapılan muamelenin aynısını yıllar sonra başörtüsüne yaptılar. 1925 şapka kanunundan 1997 yılı 28 Şubat gününe kadar geçen 72 yıllık süre içinde sayısız bilimsel gelişmeye imza attık, savaş uçağı ürettik, gemiler ürettik, tank ve roket ürettik, teknolojik ilerleme sağladık, tam da Ay’a roket fırlatıyorduk ancak fırlattığımız roket, başörtünün ucuna takıldı bir türlü ilerleyemedi.
Bu sefer bilimsel gelişmenin önünde dev bir engel gibi duran başörtüsüne takıldık. Artık bilim insanı olmanın yeni şartları belirlendi: “annesi, eşi ve kız kardeşlerinin başörtülü olup-olmaması…”
Ülkede bilim insanı mı olacaksın? Rektörle görüşmeye gelirken, eşini de yanında getirme şartı koşuldu. Ya da bilim insanının öz-geçmiş dosyasında, eşinin resminin konulması şartı getirildi.
“Eşinin resmine bakalım ona göre Doçent veya Profesör olup-olmayacağına karar veririz” denildi. Bilim insanı olmak için CV’de aranan birinci şart “EŞİ BAŞÖRTÜLÜ OLMAYACAK”
Dünyanın hangi önde gelen Üniversitelerinde okumuşsun, hangi alanda doktoranı yapmışsın, dosyada hangi bilimsel araştırmalar var, kaç dil biliyorsun bunların hiçbir önemi yoktu. Eğer eşi başörtülüyse tüm dosyanın üzerine koca bir çizgi çizilir, bilimsel araştırmalarla dolu olan dosya çöpe atılırdı.
Hırsızlık yapanın CV’si dahi bu kadar tehlikeli değildi. Hele hele eşi başörtülü olduğu halde namaz kılıyor, Cuma namazlarına gidiyor, teravih namazlarını kılıyor, oruç tutuyor, Kur’an okuyorsa sorma; artık onun bu kabarık dosyasını hiçbir mahkeme temizleyemezdi. Böyle bir cahili(!!!) hiçbir üniversite ya da başka bir kurum çalıştıramazdı. Çünkü bu tipler ülkenin Ay’a gitmesini ve SİHA yapmasını engelliyordu, ancak işin en ilginç tarafı, ülkede SİHA yapan yine bu tiplerden biri oldu.
Düşünün eğer eski dönem olsaydı İHA-SİHA ve TİHA’ların baş mimarı olan Selçuk BAYRAKTAR, Türkiye’de iş bulamayacaktı. Böyle bir dahi, ülkesine değil de Amerika’ya hizmet etmiş olacaktı. Bunun gibi yüzlerce bilim insanı Almanya, İngiltere, Amerika, Kanada ve Fransa gibi ülkelere gitmek zorunda kaldı. Orada ilmi araştırma imkânı buldular. O ülkelerden tek bir tanesi bile “sizin eşiniz başörtülü olduğu için bizimle çalışmazsınız” demedi. Ancak biz dedik…
Bilim insanının eşinin başörtüsü buradaki çağdaş yaşama engel oldu ancak çağdaşlığın diyarı olan Batı’da hiçbir engel teşkil etmedi.
Madem Batı’yı örnek alıyoruz o zaman neden Batı’nın bu anlayışını örnek alamadık? Batı’yı örnek almamız da koca bir yalandır. İşimize geleni örnek aldık, işimize gelmeyeni, çağdaş Batı uygulasa dahi çağdışı dedik, yobaz dedik, irtica dedik ve beyin göçüne yol açtık.
Bilimi kadeh tokuşturmakta, beraber dans etmekte aradık. Ancak biz dans ettikçe adamlar üretiyordu, biz de sadece kadeh tokuşturuyorduk. Adamlar Ay’a çıktılar, biz burada dans ederek onları kutladık.
Düşünün, Selçuk BAYRAKTAR gibi olan yüzlerce bilim insanı ve binlerce öğrencinin beyin göçüne yol açmayıp, bunları ülkemize kazandırmış olsaydık acaba ülkemiz şimdi nasıl bir durumda olurdu? Belki şimdi Gazzeli çocukların yardımına koşacak gücümüz bile olurdu.
Acaba onca şey, Müslümanların yardımına koşmayalım, zalimler istediği gibi Müslüman diyarlarda at koştursun diye mi yapıldı?