Bir gün mülteci olursanız sadece bir haber malzemesi olmaktan öteye geçemezsiniz...
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), dünya çapında mülteci, sığınmacı ve yerinden olmuş insanların sayısının, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ilk kez 50 milyonu aştığını açıkladı. Şimdi şöyle düşünün, bu grafik yükselmeye devam ederse neden sabah uyandığınızda Irak veya Suriyede gördüğünüzün benzerleri kucağında çocıkları ile yollara dökülmüş insanlardan biri olmayasınız. Türkiye stabil olabilir ama ya yıldırımlar bizim de başımıza vurursa?
Haydi empati yapalım. Mültecisiniz. Yaşadığınız coğrafyada “olaylar” iç savaşa dönüştü. Kan gövdeyi götürmekte. Ne sizin ne de canınızdan çok sevdiğiniz çocuklarınızın can güvenliği yok, yiyecek ekmek hatta su yok. Çok uzak değil, af buyrunuz hayvan dışkısı içinde sindirilmemiş arpaları ayıklayıp yemeye çalışanların anılarını duymuşsunuzdur memleketimizde 1. dünya savaşı yıllarında. Diğer taraftan, açlıktan köpek ve kedilerin de helal fetvası aldığı Suriye çok uzağımızda değildir. Ne yapardınız? Uçağa atlayıp gider miydiniz? Şu anda Bağdat çıkışlı uçuşların tamamı dolu, fiyatlar fahiş. Bilet aldığınız tarihe kadar yaşayıp yaşamayacağınız meçhul. Arabayla mı gideceksiniz? Yakıt yok. Yaya gitmeyi denemekle kalmak arasında kalırsınız. Haydi kurtuldunuz diyelim, çadırlarda yaşamanın ne olduğunu ise depremlerimizden hatırlayın.
Başa dönelim, pardon, sorun neydi? İsyan, ayaklanma, yönetimi devirme vs... Ha, tabii evet bir şeylere kızdığınızda hemen bir araya gelip yeri göğü inletebiliriz değil mi? Demokratik gösteri ve özgürce ifade haklarını tenzih ederek başlayalım. Bunun ötesinde şiddet eylemine dönüşen bir gösteri ile iç savaşa dönüşen Irak'taki olayların benzeri arasındaki geniş “toplumsal olay” yelpazesinde; eğer bilgisayar oyunlarındaki gibi “savaş,kazan, level atla” gibi düz mantık bir süreç olmadığına göre bu olayların sanıldığı kadar basit kalmayacağı, içerisine onlarca farklı çıkar, kişi, grup hatta devletin müdahil olacağı, sorun çözülene değin/ya da genellikle çözülmedikçe akan kanın, gözyaşının basit bir “gider kalemi” olacağını daha da önemlisi, savaş tanrıları, diplomatlar, devlet adamları ve stratejistlerin “makul olanının” yazının girişinde saydığımız “duygusal öğeleri” bir tarafa bırakacağını bilmelisiniz.
Sonra ne olur, tek tek saymaya gerek yok, başta ortadoğuda bir asırdan fazladır teneffüsler hariç bitmeyen kanın, savaşların, göçlerin, insanlık dramlarının tarihi ortaya çıkar. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, "Çözüm çatışmaları önlemekten, barışı sağlamaktan geçiyor. Ancak uluslararası toplum giderek bu konudaki duyarlılığını ve zamanını kaybediyor. Bu arada da insanlar yaşam mücadelesi veriyor" diye konuştu.
Empatimize devam edelim, siz yollarda aç, susuz ve perişan, umutsuzca dolaşırken, tesadüfen orada olan bir muhabirin objektifine girdiniz diyelim. Siz sadece anakütle içinde bir örneklem, koca bir vücudun içinden yapılmış biyopsi olursunuz. Ne o muhabirin, ne izleyenlerin sizin yarım saat sonraki akıbetinizi düşünmelerine imkan yoktur. Ama siz bir insanlık dramı yaşamakta, kahrolmaktasınız. Peki bu ne olur; evet, bir kitap olabilir iyi anlatıldığı takdirde...
Ancak genellikle haber izleyicilerinin milisaniyeler içinde gözünün önünden geçen bir malzeme olarak var olur.
Sağ kalırsanız eğer, insani yardım kuruluşlarının yardımları ile bu kez yardım yapanlarının içlerinin su serpilmesine malzeme olursunuz. Hayatınız bir daha eskisi gibi olmayacaktır. Kim bilir kimleri kaybettiniz, eviniz, iş yeriniz, dostlarınız, komşularınız kısacası artık hayatınız yok. Türkiye'deki mübadele yıllarını ya da Ermeni tehcirini düşünün, yerlerinden edilmiş insanlar gittikleri yerlerde ekonomik olarak ilerleseler dahi travmaları geçmiyor, hatta nesilden nesile aktarılıyor. Siz artık mukim bir kimlik ve kültürün değil, anavatanından sökülmüş bir ağacın yaban ellerde yaşadığını yaşıyorsunuz. Ne su, su , ne güneş, güneş kalıyor...
İyi de kim planlıyor tüm bunları? Ahmet Altan'ın dediği gibi “savaşlara hep savaşlarda ölmeyecek olan karar verir”.
Bunlarsa yolda giderken karşılaşabileceğiniz adamlar değildir elbet. Ortada halledilmesi gereken meseleler vardır. Denildiği gibi, “savaşları kapitalistler planlar, silah tüccarları organize eder,aptallar başlatır ve... masumlar ölür”
Şimdi, ne yani? Savaşlar çıkmasın diye “başkaldırmayacak mıyız?”. Başta “demokratik haklarımızla sınırlı” olanları tenzih etmiştik. Bu ne demek? Bu Dimyat'a pirince giderken evdeki bulguran olmamak demek. Evdeki bulgur nedir? Evdeki bulgur, bazen çocıklarınız, bazen siz, bazen de daha da kötüsü sizin dışınızda da binler... Ya pirinç; o da genellikle her bedene uygun hazırlanmış, adı ideoloji, inanç, mücadele gibi bazı “ali konuların” sizin yerinize düşünmüş yüksek kafalarının emirleri. Bazen bir ağaç, bazen bir adam, bazen bir çocuk sadece ikonudur bu emirlerin. Uğruna ölmek yerine, neden yaşamayı denemiyoruz?
Bağırmadan, hakikati anlatmak mümkün mü peki? Neyse ki dünyada bir örneği var: Mahatma Ghandi ve onun felsefesi: Satyagraha.
Satyagraha (Türkçe: "hakikat gücü" ya da "hakikate adanma"), 20. yüzyılda Hindistan'da Mahatma Gandhi'nin ortaya attığı felsefi akım. Uygulamada, belirli bir kötülüğe karşı kararlılıkla ama şiddete başvurmaksızın direnmeyi öngörür. (Wikipedia). Satyagraha Hintlilerin İngiliz emperyalizmine karşı savaşımının kılavuz felsefesi olmuştur, ayrıca başka ülkelerde de yayılmıştır. Gelin görün ki , herhalde bu ülkeler ortadoğuda değildir.