Devlet, toprakta yetişen nebatattan değildir, doğada bulunmaz.

 

Tümüyle insan yapımıdır.

 

Birbirini tanımayan milyonlarca insanın, enerjilerini bir arada ortaklaşa kullanabilmeleri için geliştirilmiş bir kurallar çerçevesinden oluşur.

 

Doğada dağınık halde bulunan tek tek insanların ya da grupların kendi başlarına gerçekleştirebileceklerinden daha fazlasını elde edebilmek için insanlar tarafından on binlerce yıl içinde adım adım  geliştirilmiştir.

 

Hammurabi’den bu yana da yasaları yazılıdır.

 

O yasalar zaman içinde değişir ama yasaların ve kuralların varlığı asla yok olmaz.

 

Çünkü milyonlarca insanı bir yasa ve kural çerçevesi olmadan bir arada tutamazsınız.

 

Şimdi AKP iktidarı, insanlığın binlerce yıllık birikimini tersine çevirmeye, kuralsız ve yasasız bir yönetim oluşturmaya çabalıyor.

 

Böyle yaparak, yönetmeye talip oldukları devleti yokediyorlar.

 

Bunca insanın içinde güvenle yaşamasını sağlayacak kurallar çerçevesini kırdığınızda, içinde toplanacakları bir çerçeve bulamayan o insanlar, gruplara bölünerek yeni kurallar oluşturacakları bir parçalanmaya giderler.

 

O parçalanmanın yolu açılıyor.

 

Bu yol açılırken, siyasi iktidar da yok ettiği kuralları zorbalık ve şiddetle ikame etmeye çalışıyor.

 

Kurallar yok edildikçe şiddetin boyu artıyor.

 

En son yaşadığımız kuralsızlık ve şiddet, kamuoyunun “MİT TIR’ları” dediği karanlık olay.

 

Kimin kime yolladığı belli olmayan içi “silah” dolu kamyonlar yakalandı.

 

Siyasi iktidarın çeşitli üyeleri bu kamyonların içinde önce “insani yardım” olduğunu söylediler, sonra bunların silah olduğu kanıtlarla ve fotoğraflarla ortaya çıkınca bu sefer de bu silahların “Bayırbucak Türkmenlerine” gittiğini söyledi bir kısmı, bir kısmı da “Özgür Suriye Ordusuna” gönderildiğini söyledi.

 

İnsanlığın bugün vardığı aşamada oluşturduğu devlet düzeni içinde, hiçbir devlet görevlisi, parlamentonun onayı olmadan “yabancı” bir güce silah gönderemez.

 

Yakalanan silahların “yabancı” bir güce kimin kararıyla gönderildiğini bilmiyoruz.

 

“Yabancı” bir güce gittiğini biliyoruz ama “yabancı” gücün gerçek kimliği de bizim için meçhul.

 

Sadece bizim için değil, parlamento için de meçhul… Sadece parlamento için değil “MİT bölge başkanı” ve “bölge jandarma komutanı” general için de meçhul.

 

Bir yabancı güce parlamentodan habersiz silah yollamak suçtur.

 

Devletin parlamentoda kesinleşmiş ve resmileşmiş bir kararı yok ortada.

 

Zaten böyle bir “karar ve emir” olmadığı için bizzat “devletin” görevlileri bu kamyonları yakalayıp zabıt tutmuşlar.

 

Şimdi, bu kamyonları yakalayan generalleri tutukladılar.

 

O adamların görevi bu kamyonları yakalamak.

 

Yakalamasalar suç işlemiş olurlardı.

 

Devletin içinde bir grup örgütlenip “silah kaçakçılığı” yapsaydı, kaçakçılığı yapanlar “devlet görevlisi” diye yapılan iş suç olmaktan çıkacak mıydı?

 

“Silah kaçakçılığı” ile “devlet görevi” arasındaki fark, bu silahların “yabancılara” gönderilmesi için parlamentonun karar vermiş olmasıdır.

 

O karar olmadığına göre bu açıkça “silah kaçakçılığı” suçudur, suçu işleyenin devlet görevlisi olması suçun vasfını değiştirmez.

 

Ayrıca, silahlar “yabancılara” gittiği için daha başka yasa maddeleriyle de değerlendirilebilir.

 

Bunu, “yabancı güçlerle gizli işbirliği” faaliyeti olarak da kabul edebilirsiniz…

 

Ki bu da çok ağır bir suçtur.

 

Bu olayda bütün kuralları çiğneyen, suç işleyen ve bizzat “devlet görevlileri” tarafından yakalanan siyasi iktidar, suçluları yakalayanlarla birlikte bu suçun kanıtlarını yayınlayan gazetecileri de “casuslukla” suçlayarak tutukluyor.

 

Burada eğer “casuslukla” suçlanabilecek biri varsa o da silahları parlamentodan gizli olarak yabancılara gönderenlerdir, bu silahları yakalayanlar ya da kanıtları yayınlayanlar değil.

 

Ayrıca bu olay “devlet sırrı” kavramının ardına da saklanılamaz çünkü “suç” devlet sırrı olamaz.

 

Birileri kendi çıkarları için bu silahları yollamış olabilir.

 

Ya da bu yasadışı işin “devletin çıkarına” olduğuna hükmederek bu silahları yollamışlardır…

 

İki durumda da yaptıkları suçtur.

 

Bu suçu saklayabilmek için şimdi “hukuk” kılığında şiddet uyguluyorlar.

 

Silahları yakalayan generalleri ve haberi yayınlayan gazetecileri tutukluyorlar.

 

Can Dündar ve Erdem Gül, bu silahların haberini yaptıkları için hapisteler.

 

Yaptıkları, gazeteciliğin tarifine tamamen uygundur.

 

Ve kendisine “gazeteci” diyen herkes de bunu haber yapmak ve yayınlamak zorundadır.

 

Gazeteciliğin görevi, böyle suçları ortaya çıkarmaktır.

 

Suçu işleyenlerin “devlet görevlisi” olup olmaması gazeteciyi hiç ilgilendirmez, suçu işleyenlerin amacı da ilgilendirmez gazeteciyi, gazeteciyi saklanan suçun kanıtları ve belgeleri ilgilendirir.

 

Zaten Dündar’la Gül de belgeleri ve kanıtları yayınladılar.

 

Silahları gizlice yabancı bir güce yollayanlar “casusluktan” ya da silah kaçakçılığından yargılanmıyor ama bunun belgelerini yayınlayanlar “casusluktan” tutuklanıyor.

 

İşte bu, yasaları, kuralları ve devleti yok etmektir.

 

Zaten devletin yokedilişi “sistematik” olarak gerçekleştiriliyor.

 

Yirmiden fazla “faili meçhul” cinayetten sorumlu olarak yargılananlar serbest bırakılıyor, darbeyle suçlananlar aklanıyor ama “kaçak silahları” yakalayan generaller tutuklanıyor.

 

Faili meçhullerin sanıklarına ve darbecilere sahip çıkanlar bu generallere sahip çıkmıyor.

 

Bu, kuralsızlığın siyasi iktidardan medyaya ve topluma da yayıldığını ve kurallar çerçevesinin her düzeyde parçalandığını gösteriyor.

 

Bir darbe hazırlığının belgelerini yayınladığı için Mehmet Baransu’nun tutuklanması da bu kuralsızlığın ve yasasızlığın önemli parçalarından biriydi…

 

Baransu da sahipsiz bırakıldı.

 

Kanıtlanmış, belgelenmiş suçların sahipleri serbest bırakılırken, suçları ortaya çıkaranların, bunların kanıtlarını ve belgelerini yayınlayanların yakalanması, devletin yasal çerçevesinin parçalanması anlamına gelir.

 

Biz aynı görüntüyü 17/25 Aralık yolsuzluğunda da gördük, sanıklar bırakıldı, sanıkları yakalayanlar, belgeleri ve kanıtları ortaya çıkaranlar cümbür cemaat içeri atıldı.

 

Suçları ortaya çıkaranlara karşı uygulanan şiddet, siyasi iktidarın suçlarını yok etmiyor, aksine artırıyor…

 

Yasaların ve kuralların çerçevesini parçalayan siyasi iktidarın meşruiyetini de yok ediyor.

 

Yasalara, kurallara, hukuka uymayan hiçbir iktidar meşru olamaz.

 

Bir iktidarın meşruiyeti ancak yönetmeye talip olduğu devletin kurallarına ve yasalarına uymasıyla gerçekleşir.

 

Bugün karşılaştığımız tablo da iktidar o yasalara ve kurallara uymuyor.

 

Bu gerçeğin söylenmesini engellemek için de gazeteciliğin ve dürüstlüğün gereklerini yerine getiren herkesi hapse atıyor.

 

Hapishanedeki gazetecilerin, daha da artacağı anlaşılan sayısı büyüdükçe, iktidarın meşruiyeti daha da tahrip olacak ve uygulamaların şiddeti artacaktır.

 

Toplumun parçalanması da hızlanacaktır.

 

Bunu önlemek isteyenlerin yapacağı en önemli iş bir araya gelerek demokratik bir direnci ortaya koymaktır bence.

 

Hiç ayrım yapmadan, kuralsız bir şiddetin kurbanlarına sahip çıkmaktır.

 

Bu yapılmadığı takdirde, milyonlarca insanı bir arada tutmak için bulunmuş kurallar çerçevesi iyice parçalanacak ve toplum hiç beklenmeyen bir anda olmadık bir olayla kırılıp parçalara ayrılacaktır.

 

İktidarın uyguladığı şiddet de bunu hızlandıracaktır.

 

Gittiğimiz yol, bu yol işte.