Türkiye'nin bir Rus savaş uçağını düşürmesinin birçok konuda bir "milat" haline geleceği, "uluslararası ilişkiler" adlı disiplin ile en basit ilişkisi olan herhangi bir kişi için besbelliydi.

NATO’nun tarihinde bir Rus savaş uçağının bir NATO ülkesi tarafından düşürülmesinin tek bir örneği yoktu. Çok önemli iki NATO ülkesi liderini, Barack Obama ile François Hollande’ı olaydan birkaç saat sonra Washington’daki basın toplantılarında pür dikkat dinledim.


Obama’nın olaya ilişkin ilk tepkisi çok çarpıcı geldi; kendisine ilk sorulan soru, Rus uçağının düşürülmesi konusundaydı ve yüzünden mimik oynamadan, gayet kuru bir ses tonu, basit ve kesin bir dille şöyle dedi:


“Türkiye’nin kendisini savunma hakkı vardır.”


Türkiye’nin –ve dünyadaki her ülkenin- kendisini savunma hakkı elbette vardır. Ama, buradaki sorun şu, Obama, Rusya’ya karşı, Türkiye topraklarının savunulması konusunda gerektiğinde “NATO yükümlülükleri”ni yerine getirmeye kararlı mıdır?


Özellikle, Suriye’de ABD’yi çatışmaya bulaştırmama, yani Amerikan kara birliklerini Suriye topraklarına sevketmemeye kararlı olduğu için, Amerikan gücünün caydırıcılığını yok etmiş olmaktan ve “pasif” davranmaktan ötürü yoğun eleştiri bombardımanına hedef tutulan, Irak ve Afganistan’dan Amerikan postallarını ve üniformasını geri çekme sürecini başlatmış olan Başkan, Türkiye için Rusya ile “gerektiğinde savaşı göze alabilecek” bir “caydırıcılık” ortaya koyacak mıydı?


Bu sorunun cevabı, bence, hâlâ, alınabilmiş değil.
Paris’teki “İklim Zirvesi”nde Putin’le görüştü ve dün ayrıca Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile bir saatliğine biraraya geldi. Rus uçağının düşürülmesinden sonra ilk kez.


Ardından şu haberi okuduk:


“İkili zirve sonrası açıklama yapan liderler, Türkiye ile Rusya'nın düşürülen savaş uçağı sonrasında nasıl beraber çalışabileceğini görüştüklerini açıkladı. ABD Başkanı Obama, ‘Türkiye'nin kendini savunma hakkını destekliyoruz’ dedi.”


Obama, aynı cümleyi bir hafta önce olayın hemen arkasından da kurmuş ve ayrıca, Türkiye ve Rusya liderlerinin biraraya gelerek, durumu tırmandırmamayı, yumuşatmayı görüşmeleri gerektiğini de söylemişti. Rusya’ya eleştirel sözlerinin yanısıra, Daiş’e karşı “koalisyon”da Moskova’ya da yer olduğunu vurgulamaya özen göstermişti.


Bir haftadır, gerilimi indirmek için Rus liderlerinin peşinde koşan bizimkiler. Burnundan kıl aldırmayan, benzeri tüm çabaları tersleyen, geri çeviren ve her gün bir adım daha çıtayı yükselterek, gerilimi sürdüren ise Putin ve ekibi.


Rus savaş uçağının düşürüldüğünü duyduğum anda, aklımdan “Bunu kim yaptı?”, “Bu kimin kararı?”, “Bu yola niçin gidildi?” soruları ardı ardına geçmişti.


Erdoğan’ın “Uçağın kimliğini bilmiyorduk”, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Rus uçağı olduğunu bilsek düşürmezdik” şeklindeki açıklamalarını işitince ve Erdoğan’ın kaygıya kapıldığı izlenimini edinince, henüz cevabı bulunmayan bu sorular zihnime daha da güçlü biçimde yerleştiler.


“Angajman kuralları gereği, Rus savaş uçağının hava sahamızı ihlal etmiş olduğu” için düşürüldüğü gerekçesi bana hiç inandırıcı gelmedi.


Askerlerin, konu Rusya olunca, ne kadar titizlendiklerini, b Türkiye’nin “gelenekçi Genelkurmay zihniyeti”nin başka hiçbir yola başvurulmasını denemeden, bir Rus savaş uçağını düşürmeye kalkışmayacağını tahmin edebiliyorum.


Bir yandan, Obama’nın kupkuru bir ses tonu, yüzünde çizgi oynamadan ama ABD’nin (ve NATO’nun) Türkiye’yi ne kadar arkalayacağına dair hiçbir işaret de vermeden, “Türkiye’nin kendini savunma hakkını destekliyoruz” açıklamalarına, AB merkezi Brüksel’de AB liderlerinin tüm ilkelerini Realpolitik’e feda ederek, Türkiye’ye “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” davranışıyla 3 milyar Euro karşılığı, Ortadoğulu mültecileri durdurmak görevini vererek “Avrupa sınır muhafızı” olarak atamasına, “bu işte bir bit yeniği olmalı” izlenimiyle bakıyorum.


Son Osmanlı dönemi konusunda dünyanın sayılı otoritelerinden biri olan ünlü bir Batılı tarihçiyle, dün, gelinen durumu konuşurken, “Gerçi, Erdoğan’ın durumdan rahatsız olduğunu söylüyorsun ama bunu siyasi kâra çevirmek ister gibi davranıyor” dedi ve ardından şunu ekledi: “Rus savaş uçağı, sınır ihlali yaptıysa, düşürmeye gelene kadar uygulanacak bir sürü yol var. İki savaş uçağı kaldırır, yanında uçurur, sınır dışına çıkartırırsın. Bu denenmeden, ateş edip düşürmek, pek anlaşılır gelmiyor bana...”


Onu dinledikten, arkasından Obama’nın ne dediğini okuduktan sonra “bit yeniği” düşüncesi zihnimde daha da kuvvetle yer etti. Zira, Türkiye’nin Batılılaşma tarihi, çok büyük ölçüde, Rusya ile ilişkilerle ilgili olarak şekillenmiştir.


Özellikle, 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması, Kırım’ın 1783’te Çarlık Rusya’sı tarafından ele geçirilmesi, Osmanlı Türkiyesi’ni, Rus tehdidini dengelemek için Avrupa (Batı) ile ittifaklara yöneltmiştir.


Bunun sonuçlarından biri, Osmanlı Türkiyesi ile ittifak halinde İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya karşı giriştiği 1853-1856 Kırım Savaşı’dır. Gerek Islahat Fermanı, gerekse Türkiye’nin “Avrupa Uyumu (Avrupa Düzeni)” (Concert of Europe) içinde yer alışı 1856 tarihini taşır.


Türk diplomasisi için, “1856 Avrupa Uyumu”, Türkiye’nin AB üyeliği için bastırılırken, çok kez “referans noktası” olarak kullanılmıştır.


Rusya ile ilişkilerin, Türkiye’nin yönünü belirlemesindeki “üçüncü tarihi halka”, İttihatçıların, Kırım’daki Sivastopol limanını, Karadeniz Rus limanları Odessa ve Novorosissk’i topa tutan ve İngilizlerin takibinden kaçarak Boğaz’a sığınan Alman zırhlıları Goeben ve Breslau’ya Yavuz ve Midilli adını takarak “millileştirmeleri” idi.


Bir başka deyimle, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren Birinci Dünya Savaşı’na giriş gerekçesi olarak Rus limanlarının bombardımanına bağlanmıştı.


Alman Akdeniz Donanması’nın komutanı Wilhelm Souchon’a göre Goeben ve Breslau’nun Rus Karadeniz limanlarını bombardımanı, o saate kadar “tarafsız” kalan Osmanlı Devleti’ni, savaşa sokmak için –iradelerine karşı bile olsa- (aslında “İttihatçı iktidar kliği”nin işbirliği ile) savaşa sokmak için “ideal bahane”yi sağlayacaktı.


Souchon’un hesapları doğru çıktı ve Osmanlı Devleti, Rusya ile çatışma üzerinden Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında katıldı.


Türkiye-Rusya ilişkilerinin ülkemizin geleceği ve kaderi üzerine muazzam rolü oynayan “dördüncü tarihi halkası”, İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin’in Boğazlar ile Kars ve Ardahan üzerindeki talepleri üzerine, Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve Batı Sistemi’ne kurumsal yolla sımsıkı bağlanması olmuştur.


Hakkında “Suriye’de Daiş’le ve çeşitli Selefi unsurlarla flört ettiği” kanaati giderek Batı’da yaygınlaşmış olan ve dış politikada yine giderek “özerk” bir yol tutturduğu izlenimini vermiş olan “İslâmcı” bir iktidarın, “Batı Sistemi” içinde tutulabilmesi için acaba “tarihî ve jeopolitik nedenler”den ötürü Rusya ile bir “kriz”e itilmesi mi gerekiyordu acaba?


Tayyip Erdoğan iktidarı, hiçbir dönemde olmadığı kadar ABD ve AB’ye “muhtaç”, Batı’nın “eteklerine yapışmış” bir görüntü vermeye başladı.


Rus savaş uçağının düşürülmesinde böyle bir “bit yeniği” olabilir mi?


Bir soru. Sadece, soru...