Akıl tapıcılığı ile piyasa putperestliği arasında kurulu bir köprümüz var. Her ikisine de gerekli ihtiramı gündelik veya anlık olarak gösteriyoruz.

 

Bunun yanında, güç ve gücü elinde tutanlara karşı da özel bir hissiyatımız var. Kalbimizin kral dairesini statü ve konfor için özel olarak rezerve ediyoruz. Tüm ilahi emirlere karşı insanın insana kulluğuna, eşyanın hakikati yerine totem ve tabulara sarılıyoruz.

 

Şimdilerde, teknolojik oyuncak çöplüğünde, kendimiz dâhil kimseyi fark etmemek gibi akut/kronik bir rahatsızlığa sahibiz. Kamusal alandaki alan kapma yarışını dâhi teknolojiye karşı kaybettik ve özel alanlarımız da dâhil olmak üzere her şeyimiz teknoloji tarafından işgale uğradı.

 

Tüm duyu organlarımız işgal altındayken, biz hâlâ bize ezberletilen politik sloganlarda hayatın anlamını bulduğumuzu, hayatı her şeyi ile çözdüğümüzü zannediyoruz. Ekonomi, idare,  hizmet vs. gibi alanlar için var olduğunu zanneden bir insanlık türedi. Oysa tüm bunlar bizim için var, biz onlar için var olmadık.

 

Biz, modern tüketici benlikleriz ve modern tüketici benlik tüketeceği şey dışında bir şeyi dikkate almaz. Akıl, ruh ve kalp, bu sığlaşmış, şuursuz benlik için tüketilebildiği kadar değerlidir. Başka sesleri içine doldurmak ve onları tanımak gibi bir problemi yoktur. İnsan ilişkilerinde kullan-at modelini esas alır. Kendisine ait olmayan bir hayatı yaşamaya çalışan, dalgın ve gafil androidler olmamızı ister.

 

Herkesin kendi hikâyesi, hayat karşısında en doğru hikâye. Çünkü bize bencilliğin en büyük erdem olduğunu, sürekli telkin eden bir reklam endüstrisinin bizi istediği gibi işlediği bir malzemeyiz. . Zihnimiz, ruhumuz, kalbimiz ve aklımız artık bize ait değil.

 

İşgal altında ve istenildiği gibi sömürülen bir benlik ile her şeyi ölçüsüzce tüketmeye hazır ve bunu sürekli arzulayan, şuursuzca tüketen, obur ve doymak bilmez bir bünyemiz ve iştahımız var. 

 

Bilimimizle, tekniğimizle o kadar çok ilerledik ki, bizden sonra gelen tüm kuşaklar bizi hatırlayamayacak kadar bize hayran olacak. Zira onlara donuk bir yüz ve unutmak gibi tedavisi olmayan rahatsızlıklar bıraktık. Aya gidip gelebilen fakat komşusuna kadar gidemeyen, uzakları düşlerken yanı başındaki nice güzel ayrıntıyı fark etmeyen insanlarız.

 

Oysa biz dostluğa ve sadakate önem veririz, çünkü biz ‘önce refik sonra tarik’ diyen bir şuurun müntesipleriyiz. Çokluk kuruntusu ve hep daha fazlasına sahip olmak yarışında bitap düşerek, geride bırakılıp unutulanlar olmamak için mücadele ederiz.

 

Gözlerini içine çevirmekten, içindeki harabeyi görmekten korkan beşeriz. Sevgisinden çok nefretine göre tercih yapan, karşıtı olduğu tarafın azılı destekçisi gibi görünen, aklının kuşatamadığını direkt reddeden, kalbini aşk ile cilalamadığı için kâinatın derin ahengini göremeyen, vakit hayırdır yerine vakit nakittir diyen, hep varmış, hep var olacakmış, ölüm hep başkasınaymış gibi yaşayan yığınlarız.

 

Var olmak algılamaktır. İnsan için önemli olan gerçeği görmektir, gerçeği bildiğini sanmak değil. Ne hayat ne de insan bir önceki durduğu yerde durmaz. Sınırlı duyu kanallarıyla sınırları aşmaya kadir insanı tanımlamaya çalışmak abesle iştigal. İnsanın duyu kanallarının gidebileceği mesafe onun kendini tanımlamasının ve hayatta kendini konumlandırmasının sınırını belirler.

 

Diğer madenleri altına çeviren Kibrit-i Ahmer’i durmadan arayan bir simyacı gibi, ruhumuzu en üst makama çıkaracak ilmi aramaktı oysa vazifemiz.

 

Göz bizim için, hayret makamında derin hikmetleri temaşa eden bir uzuv olması gerekirken, görmek bile artık bilinçli bir eylem değil. Zira insan nasıl görürse öyle inşa eder ve görme biçimleri ne kadar çarpık hale gelirse insan o kadar var oluşsal sancı çeker.

 

Ezcümle, Eşrefoğlu Rumi’nin de buyurduğu gibi ‘Kendi derdim söylerim, gayrı şikâyet etmezem.’