Bir resmi kuruma gitmek sanki karşımıza çıkacak bir ejderha ile yüzleşmek gibi. Zihnimizin bir köşesi sürekli bir hayalet tarafından rahatsız edilir.

 

Bizi birçok uzak mesafeye sorunsuz bir şekilde götüren ayaklarımızın yavaş yavaş dermanı kesilmeye başlar, çünkü gideceği yerde daha önce yaşadığı nahoş tecrübeler aynısıyla tekrar etme ihtimalini içinde barındırır. Bir bürokratik dejavu tekrarlarıyla bu kurumlarda insanı sınar durur.

 

Ancak burada asıl önemli olan şey o bürokratik auranın içine girebilmektir. Zira o herkesi aurasına dâhil etmez. Beden dilini bir diplomasi dili olarak kullanmaktan tutunda orada sarf edeceğiniz her kelime bu jargona dâhildir.

 

Orada karşınıza çıkacak kişinin odası, masası, koltuğu vs. gibi elemanlar bu beden dilinin ve jargonun düzeyini belirler. Alt kademelerde belli sınırları aşmadan konuşabildiğiniz kişiler, üst kademelere çıktıkça yerini sizin yerinize konuşan kişilere bırakır.

 

Üst kademe sizinle muhatap olmaz. Sizin derdinizi ona anlatan kişi, dinledikten sonra sizi kapıda bekleterek meramınızı üst kademedeki kişiye aktarır. İçeri girmek size lütfedilen, bahşedilen bir şey değildir.

 

Siz üst kademedeki kişinin o anki ruh haline bağlı olarak övgü veya azar işitebilirsiniz. Bu övgü ve azarı da siz direkt olarak işitmezsiniz, derdinizi dinleyip üst kademeye ulaştıran kişi size ulaştırır. Ama azar işitmek bu diyalektiğin en çok tekrar eden sahnesidir.

 

Siyah giyen adamların yüzüne yansıyan en açık renk gridir ve siyaha doğru tonları değişkendir.

 

Bu koltuk işgalcilerinin bir gün gelip de koltuklarını sırtlayıp gitmelerini umut ederiz. İşin garip tarafı, onlar hiç gitmez ve işgal ettikleri yerin hakkını vermiş gibi bir kahraman edasıyla ortalıkta dolaşır dururlar ve kendilerini hep nimetten zannederler.

 

Biz umut ederiz ve bu dejavu bizim için vazgeçilmez görünse de biz asıl kahramanları da biliriz.

 

Kimsenin gitmek istemediği, hayat şartları endişesiyle çoğunluğun vazgeçtiği, güvenlik sorunlarının bir duvar gibi yolları kestiği, kuş uçmaz kervan geçmez bir sınır köyüne hizmet götürmeyi tenzili rütbe, paha biçilemez bir makam sayan siyasetçileri, öğretmenleri, doktorları, kaymakamları, valileri, askerleri, polisleri, memurları da biliriz.

 

Zira onlar; hiçbir hayat gailesini ve endişesini üzerinde taşımadan, insanlara fayda ve hizmeti en büyük onur kabul eden, bütün ömrünü insanlara hizmete adayan ve adamaya hazır, sevdiklerinden ayrı ve uzak kalmayı insanlara hizmet için göze alan, doğru dürüst uyku uyumadan günün hangi saatinde olursa olsun, hizmetinde olduğu insanların derdini dinleyip onlara çare olmaya çalışan kahramanlardır.

 

Siz onları tanımak isterseniz TV programlarının garabeti arasında bulamazsınız. Onlar, survivorların şişirilen anlamsız ekran tipleri değildir.

 

Anlaşılmaz dizilerde, bir balon gibi sürekli hava üflenen, sahte bir karizma ile pohpohlanan, toplumun nezdinde, hayatın vazgeçilmez ve hayran olunması gereken karakterleri olmazlar.

 

Hayatın rutin akışı içerinde kimse onları tanımaz. Bu tanınmama durumu onların davası için vazgeçilmezdir.

 

Çünkü onlar halka hizmet etmeyi Hakk’a hizmet olarak görürler ve Hakk’tan başka kimse de bilsin istemezler. Bazen kısa bir süre, bir haber bülteninin akışı içerisinde, imkânsızlıkları tersine çevirip, hizmeti, sesini bir türlü duyuramayan insanlara ulaştırdıklarında karşınıza çıkarlar.

 

Rutin ve kısa bir haber başlığı ile hayatımızda küçük bir yer edinirler ve zaten ondan sonra da unutulurlar, akabinde her şey eskisi gibi devam eder.

 

O kahramanlar, herkes gibi karanlığa bağırıp çağırmak yerine ellerinde bir meşale taşırlar ve gittikleri her yerde ışık saçar insanlara umut olurlar. Umut, yani makam ve konumun hizmete dönüştüğü serencam.