‘’  İnsan yaşadığı yere benzer

     o yerin suyuna o yerin toprağına benzer

     suyunda yüzen balığa

     toprağını iten çiçeğe

     dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine benzer

     göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

     denizine benzer ki dalgalıdır bakışları ‘’

 

böyle seslenir ‘Mendilimde Kan Sesleri’ adlı şiirinde Edip Cansever. İnsanın doğumuyla başlayıp ölümüyle nihayete eren bu hayat yolculuğunda Aşık Veysel’in deyimiyle gidiyorken uzun ince bu yolda yaşadığımız coğrafya bize kendinde olan her şeyi verir. İçtiğimiz suyun, dolaştığımız sokakların, minarelerden yükselen ezan sesinin, denizin mavisinin, kara trenin hasretinin, çay toplayan teyzelerin, otlu peynirin, gevrek simidinin, minibüslerinin, gecekondularının, hasretinin, yalanının…

Velhasıl yaşadığımız yer ruhunda olan her ne varsa bizim ruhumuza da bir nakış gibi işler.

 

Büyük düşünür İbn-i Haldun ünlü “Mukaddime” adlı eserinde:

Yaşadığımız coğrafyanın ve iklimlerin insanların ruh ve beden yapılarına tesir ettiğini dolayısıyla yaşantıyı ve huyu etkilediğini belirtir. Ona göre çevresel koşulları, yaşadığımız yeri ve olanakları tanımak, insanoğlunu ve toplumlarda meydana gelen değişimleri de tanımak anlamına gelir. Sadece yüzü, hatları, dış görünüşüyle değil psikolojisi, davranışları ve kişilik özellikleriyle de insan yaşadığı yere benzer.

Şiirler, hikayeler, romanlar, deyişler işte hep bu coğrafyaların, yaşadığımızın yerlerin birer aynası olurlar. Yaşar Kemal Adana’dan, Ahmed Arif Diyarbakır’dan, Galip Paşa Van’dan, Necip Fazıl İstanbul’dan, Dostoyevski St. Petersburg’dan, J.P.Sartre Paris’ten birer tohum saklarlar heybelerinde bu şehirler bu yazarların en büyük aşkları olmuştur. Yaşadıkları yerlerle özdeşleşmişlerdir.                  O yerlerin havası, suyu, insanı, dağları, ovaları, hasreti, yalanı, aşkları, ayrılıkları yazarların şairlerin ozanların dervişlerin karakterine, ruhuna mayasını çalıp kalplerine mıhlamıştır adeta kendisini ve böylece aşk dile gelip sonra da kağıda dökülmüştür.

 

‘Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye bir toprağa kondurmuşlar/ İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim/ O benim zaman mekan aşıp geçmiş sevgilim’ der Necip Fazıl İstanbul şiirinde. Yaşadığı yerin nefesini üflemiştir bizlere.

Onun gibi daha nice şairler de İstanbul için şiirler yazmışlardır. Acaba onlar mıdır İstanbul için şiirler yazan yoksa İstanbul mudur onca şaire bu şiirleri yazdıran ?...

Mesela, bozkır. Efsunlu bir kavramdır bozkır. Fiziki coğrafyadan daha çok ruhsal coğrafyaya ait bir kavramdır. Her an sürprizlere gebe bir doğurganlık taşır. Neşet Ertaş’ın yanık bozlağına  da onun için ‘Bozkırın Tezenesi’ denmiştir.

 

Yazının başına tekrardan dönersek Edip Cansever ,

‘ Ne kadar da benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi ‘ der şiirin devamında. Gerçekten ne kadar da benziyoruz memleketimize. Hep bir arada kalmışız, bir arada gülüp bir arada hüzünlenmişiz. Bir yanımız tıpkı memleket gibi batıya bakıyor diğer yanımızsa doğuya. Ama ne doğuluyuz ne de batılı ya da hem doğuluyuz hem de batılı aslında bu topraklara ait olan her ne var ise biz de tam olarak oyuz.

İşte bu noktada‘ Coğrafya kaderdir…’ der İbn-i Haldun. Bu topraklarda bizim hem kaderimiz hem de kederimiz. Hem sevincimiz, hem hüznümüz hem de yaşama sebebimiz.

Şairin dediği gibi belki de,

    ‘’hüzün ki en çok yakışandır bize

       belki de en çok anladığımız

       biz ki sessiz ve yağız’’