Kente pek çok bakış açısıyla yaklaşılabilir: Psikolojinin kavramlarıyla, tarihsel bakış açısıyla, edebiyattaki yeriyle, mimari olarak hatta askeri kaygılarla veya sınıf mücadelesinden hareketle… En önemlisi de demokrasi ile olan ilişkisiyle. Buradan hareketle kent, sosyolojiden ekonomiye, hukuktan mimariye birçok disiplinin müşterek meselesidir. Fakat, kent bütün bu disiplinlerden önce kentlilerin esas meselesidir.

Kentliler yukarıda bahsedilen kavramların bakiyesinden faydalanarak ve bunların yardımıyla ortaya sürekli yeni değerler koymalıdırlar. Kentteki yaşamı, ekonomiyi, mimariyi düzenlemek ve değiştirmek bu alanların uzmanlarından önce onların işidir. Diğer bir ifadeyle “yaşamı değiştirmek, kenti değiştirmek” olduğu gibi, kenti değiştirmek de yaşamı değiştirmektir.  Bu söylemler bir popülizm veya ütopya olarak algılanmamalıdır. Kentlinin, kenti değiştirme ve dönüştürmesinin yegane yolu demokrasiden geçmektedir.  Rousseau, “Yapılar bir kenti doğururlar, ama bir siteyi yapan yurttaşlardır. ”diyordu. Yurttaş (bir kentli olarak) burada da kendi eserini belirlemelidir. Kentin şimdisi ve geleceği mimarlara ya da siyasilere değil gerçek kenti kuranlara, kentli yurttaşlara bağlıdır. Yani kent binalardan ya da onu meydana getiren diğer komplekslerden azade olarak yurttaşların bir araya gelerek kendi fikri ve varoluşsal eserlerini ortaya koymalarına bağlıdır.

Artık kentlerde antik dönemde olduğu gibi ”agora”lar yok, Şehirlerde diyaloğun yerini, her şeyi düzenlemek isteyen otoritelerin monoloğu almış durumda. Pek bu haliyle bir Alman atasözü olan “Kent havası insanı özgür kılar.” düşüncesi ne denli gerçek olabilmektedir. Artık bir çok kentli, kentteki kurumların veya bir çok sokağın dahi adını bilmemektedir, bu durum bir kente “bizim kentimiz” diye bir yerden söz etme hakkını verebilir mi? Burada söylenilmek istenen “ilerici” bir şehircilik anlayışı karşısında, nostaljik bir bakış açısının benimsenmesi değildir. Altı çizilmesi gereken husus, günümüzde doğrudan kenti konu alan hareketlerin önemsenmesi ve desteklenmesinin gerekliliğidir.  Dolayısıyla aktörleri kentliler olan kentsel bir mücadelenin geliştirilmesi ve kentlilerin bu yönde cesaretlendirilerek, “yerel demokrasinin” kalkındırılmasıdır.

İnsanlar kentleri üzerinde karar verme yetkisini ne merkezi iktidara, ne giderek onun bir uydusu haline gelen yerel yönetimlere ne de kent konusunda bilimselliğin taşıyıcısı olduğunu iddia eden uzmanlara bırakmalıdırlar. Kentlilerin etkin katılımı olmadan onlar için iyi bir kent kurulamaz. Kent bir nesne olduğu kadar aynı zamanda bir öznedir de, dolayısıyla kent nefes olan bir organizma olduğu için cetvel ve pergelle anlaşılamaz, bir bilim; kentin şiirini, kültürünü, tarihini, metafiziğini anlayamaz, anlamakta istemez.  Dolayısıyla kenti ancak orada yaşayan ve onun iliklerine kadar hissedenler anlayabilir bu açıdan başlıkta sorduğum “Bu Kent Kimin?” sorusunu tüm yurttaşlar olarak hepimizin kendisine sorması gerekmektedir. Eğer cevap “evet bu kent benim” ise tüm engellemelere rağmen bu kent için elimizi taşın altına sokup, “agora”larda buluşup gereği neyse biz kentliler tarafından yapılmalıdır.