1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasi gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani 95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni Bul (anne)”.
Konserlere çıkmadığı süre içerisinde ailesiyle vakit geçirirdi. Kızı Melis ile vakit geçirir. Para derdi olmazdı ailesinin geleceğini garantilemekten başka. Birçok konserden eli boş dönerdi. Bazı konser gelirlerinin tamamını da kendisine eşlik eden müzisyen arkadaşlarına dağıtırdı.
1996 yılında çıkardığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü yine en çok satanlar listesindeki yerini alır. “Yakamoz” ve onun klibi bir kez daha döneme damgasını vurur.
“1997 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkûm edilir. Bu mahkûmiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa, Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmamalıdır!” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez, peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler?” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları eleştirir.”(*)
Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner ve beş konservatuvar öğrencisinden kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Mart’ında ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı “Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.
“Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur.
Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün sayısını net olarak bilinmemektedir. Birçok kez kurumlar, televizyon, gazeteler ve dergiler tarafından yılın sanatçısı seçildi. 1998 yılında halk oylamasıyla da “Magazin Gazetecileri Derneği’nin” belirlediği “Yılın Sanatçısı Ahmet Kaya” olmuştur.
10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve “Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı:
“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” (*)
Salonda önce sessizlik oldu… 10 Şubat gecesinde gelen bu açıklamalar ardında hiçbir sanatçının rastlamadığı linç girişimi başlamış oldu. Şarkısını söyleyip yerine giderken bazı sanatçıların, gazetecilerin, magazincilerin masalarında yuhalama sesleri yükseldi. Bunun birlikte Ahmet’e her taraftan çatal ve bıçaklar fırlatılmaya başladı. Tüm Türkiye’nin gözü önünde olan bu acı olayda Ahmet’in acı gülümsemesi gözden kaçmıyordu. Masasında eşi Gülten’de bulunmaktaydı. Bütün bu olayların nedeni sadece Ahmet’in “Kürtçe” demesiydi.
Ortamı yumuşatmak için sıradaki sanatçıyı sahneye davet ettiler. Sahneye çıkan sanatçının kahramanlık şarkılarını söylemesi provakatif bir şekilde davranması ve ardında 10. Yıl marşının söylenmesi, kendini bilmez bir adamın herkesi sahneye davet edip marş söylemeye davet etmesi ortamı daha da gerginleştirmişti. Ahmet’in salondan çıkmasından sonra coşku kaldığı yerden devam etmişti. 11 Şubat sabahı Kaya çiftleri hiç beklenmedik bir karalama ve yargılama dönemi başlamış oluyordu. Ülkenin bütün gazeteleri olayı baş sayfaya taşıdılar, bütün haber bültenleri olayı defalarca geçtiler. Ve sonuçta korkulanda oldu. “Ahmet Kaya vatan hanini ilan edildi.”
Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan, 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımladı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.(*)
Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.(*)
İlk mahkemede savcı “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıllık hapsini istedi. Buna karşılık Ahmet 12 sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim, her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce?” diye sordu mahkemeye.(*)
Mahkeme, delilleri toplamak için ileri bir tarihe ertelendi. Ve gazetelerden çıkan alçakça haberlere kimse cüret gösteripte itiraz etmedi. Bu alçakça saldırılardan bir kaçı şöyledir. “Yavşak, Soysuz, Şerefsiz, Fikirsiz fikir suçlusu…”
1999 yılının Haziran ayında Kürtçe şarkısını stüdyoda söyleyip kaydettikten sonra aynı gecenin sabah saat 4’te ve yağmurlu bir İstanbul’a kırgın olarak ülkeyi terk etmek edip, bir dost uğurlamasından mahkum İstanbul’a veda etti.
Ve bundan sonraki hayatı Paris’te gececikti. Ahmet Paris’te sürgün hayatı yaşıyor, konserlerine devam ediyor ve Türk medyası onu izliyor. Söylediği her şeyin altında bir şeyler aramaya çalışıyor. Ahmet’te bu durum karşında hırçınlaşıyordu. Her söylediği manipüle ediliyor. Ve yeni davalarda onun peşini bırakmıyordu.
Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.
İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.
“Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor?” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.
Gazetelerin bu satırları farklı şekilde yorumlayarak millete sunması ile birlikte Ahmet Kaya’nın ülkeye dönme şansını giderek azaltıyordu. Paris’te bir gazeteciye şunları söylüyordu: “Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”
Gülten her hafta sonu Paris’e gidip Ahmet’e moral verirken bir yanda da Türkiye’deki DGM’lerin yolunu tutmaktaydılar. Avukatları her defasında gazete manşetlerine dikkat çekerken olumsuz etkilerinin sonuçlarını müvekkillerinin bir linç kampanyasına dönüştüğünü söylemekten geri kalmazlardı. Ve Ahmet aleyhinde açılan ilk dava da 3 yıl 9 ay ceza veriliyordu. Tutuklanma ve yakanlanma emri verildiği için Ahmet ülkeye dönmedi. Paris’te sesini duyurmak için farklı yöntemler aramaktaydı. Bir basın toplantısı düzenlendi. Basın toplantısında ülkenin önde gelen TV ve gazete temsilcileri bulunmaktaydılar. Fakat ertesi gün yine hiçbir yerde bunu haber bile yapmadılar. Aradan aylar geçiyor sesini kimseye duyuramıyor. Ve dostlarında gelmeyen bir telefon onu çok üzüyordu. Bunu da şu şekilde dile getiriyordu:
“Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” Dedi.
Gülten’in sürekli Paris’e gidip gelmesi ve yaşanan olaylarda bir hayli yorgun düşen Ahmet’in umutsuzluğa kapılmıştı. Dönmek istiyordu, vatanını özlüyordu… Yalnızlık ve haksızlık iyice sarmıştı Ahmet’in her yanını.
Ahmet’in yurdu tam belli değildi. Ne tam Paris’e yerleşmişti ne de Türkiye’den tam olarak kopmuştu. Ahmet ile Gülten Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyordu, akşamlarıda haberleri takip ediyordu. Evinde küçük keyiflerle avunmaya çalışıyordu. Çiğ köfte yapmayı deniyor ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyordu. Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışmamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu.
28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.
Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten:
Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.
Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.(*)
15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.
Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…
Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.
Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.
Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.” “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.” “Kalpten Öldü.” “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.” “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.” “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.” “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.” “An Gelir Biter Muhabbet” “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.
Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerini de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha birçok şeyi göremedi…
Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi… (*)
Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak.
Şarkıları elbette hiç susmayacak.
Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;
Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...
“Tarifi imkânsız acılar içindeyim Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor…”
Satırlarımı bu şekilde bitirirken sizlere Ahmet Kaya’nın “Bahtiyar” adlı Şarkısının sözleriyle bitiriyorum.
Geçiyor önümden
Sirenler içinde
Ak eller ustunde
Çiçekler içinde
Dudaginda yarım
Birsevdanın hüznü
Aslan gibi gögsü türküler içinde
Rastlardım avluda
Hep volta atarken
Cigara içerken yahut coplanırken
Kimseyle konuşmaz
Dal gibi titrerdi
Çocukça sevdiği çiçeği sularken
Diyarbakırlıymış adı bahtiyar
Suçu saz çalmakmış
Öğrendiğim kadar
Geçiyor önümden gül yüzlü bahtiyar
Yaralıyım yerde kalan sazı kadar
Benide saldılar o kaldı içerde
Çok sonra duydum ki
Yozgatta sürgünde
Ne yapsa ne etse üstüne gitmişler
Mavi gökyüzünü ona dar etmişler
Gazete çıktı üç satır yazıyla
Uzamış sakalı çatlamış sazıyla
Birileri ona ölmedin diyordu
Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu...
Not: Ahmet Kaya’nın hayatını araştırırken olabildiğince geniş bir çerçeveden bakmaya çalıştım. Umarım yanlış anlama meyil vermemişimdir. Eğer vermiş olduysam da başta Ahmet Kaya ailesinden ve tüm sevenlerinden özür diliyorum.
Bunun için eğer yanlış olduğunu düşündüğünüz bir yer varsa [email protected] mail adresime düzelteme için mail atabilirsiniz.
(*) Ahmet Kaya Resmi sitesi, Uçurtmam Tellere Takıldı Belgeseli, ve Ahmet Kaya Röportajlarından alıntıdırlar.