İnsanların çoğu bize ayrılan yaşam süresinin kısalığından yakınır. Bu süre o kadar hızlı geçiverir ki, az sayıda aykırı durum dışında, yaşam bizleri tam yaşamaya hazır olduğumuz anda yüzüstü bırakır. ‘Evrensel bir kötülük’ olarak gördükleri bu koşuldan yakınanlar yalnızca boş kalabalıklar ya da niteliksiz kitleler değildir; aynı duygu daha yetkin kişilerin de yakınmasına yol açar.
2000 yıl önce söylenen bu ve benzeri sözleri okumak beni şaşkınlığa sürüklediği gibi düşünmeye de sevk ediyor. Yaşamsal ve ahlaki ilkeler ve sorunlar birtakım değişikliklere uğramakla beraber özünden bir şey kaybetmeden tekrarlanıyor. Aklıma merhum M.Akif Ersoy geliyor.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Aslında yaşam süremiz kısa değildir, tersine biz onun çoğunu boşa harcarız. Yaşam yeterince uzundur ve tümü iyi kullanıldığında büyük işler başarabileceğimiz uzunlukta, cömertçe verilmiştir. Ancak yaşam değerli bir amaç uğrunda harcanmadığında, gevşekçe ve özensizce çarçur edildiğinde sonunda ölüm abanır ve geçişini fark etmediğimiz yaşamın geçip gittiğini görürüz. Seneca
Ortalama yaşam süresine bakıp çözümleyelim. Ortalama yaşam süresini 80 yıl olarak alıp bundan çocukluk ve ergenlik için 20 yıl düştüğümüzde 60 yıl kalıyor; bu da 21.900 gün yapıyor. Bundan geceleri çıkardığımızda 350.400 saat yapıyor. Görüldüğü gibi az da değilmiş.
Bir yazımızda belirttiğimiz gibi klasik müziğin dâhilerinden birisi olarak kabul edilen Beethoven öldüğünde sadece ellibeş yaşındaydı. Beethoven’a ortalama insan yaşamının üzerinde bir yaşam süresi verilmemişti. Ona itibarını, değerini, ününü kazandıran yaşamının uzunluğu değil, fakat her anını değerli kılan gayretli çalışmalarıydı. Mozart’ın ise sadece 35 yaşında öldüğünü söylersek sanırız mesele daha net anlaşılır. Demekki yaşam süresi bir şeyler üretmek için ve yaşamak için yeterliymiş.
Bize verilen yaşam süresini hiç bitmeyecekmiş gibi görüyoruz. Aklıma milli piyangonun yılbaşı büyük ikramiyesini kazananlar ile ilgili yapılan bir program geldi. Programda talihlilerin bugünkü yaşamları mercek altına yatırılmıştı. İkramiye kazananların çoğunun söylediği söz manidardır. "Kazandığımız para o kadar çoktu ki hiç bitmeyecek sanmıştık; ama bitti." Biz de öyle yapıyoruz. Ömür sermayesini, hiç bitmeyecekmiş gibi hoyratça harcıyoruz.
“Zararın neresinden dönülse kârdır” demiş atalarımız. Geçmiş yıllarımızı gözden geçirdiğimizde çok hızlı geçtiğini görürüz. Çok mu yaşadık, hayır; daha dün gibiydi ilkokul, ortaokul… değil mi? On yıl sonra, yirmi yıl sonra da bu günlerimiz için “daha dün gibiydi” diyeceğiz. Bunu aşmak için kendimce şöyle bir yöntem geliştirdim, şüphesiz daha iyi yöntemler de geliştirilebilir: Her günün muhasebesini yapıyorum. Bugün tükettiğim oksijen karşılığında âleme ne verdim? İnsanlara ne katkı sundum? Daha da değerlisi bir kişinin hayır duasını alacak bir iş veya davranışta bulundum mu? Hadi insanları geçelim, herhangi bir canlıya faydam oldu mu? Böyle davranış sergileyen kişilerin salim aklı (Kibirli bir akıl bu dünyada aldığım her nefes bu dünya için berekettir, kazançtır, der. Kibir konusunu daha sonra ömrümüz vefa ederse işleyeceğiz ancak şimdiden hepimiz biliyoruz gibi bu hastalıklı bir düşüncedir) olumlu davranışları yetersiz bulup daha da arttırmasını isteyecektir. Bu şekilde bir muhasebe yapılırsa, gün gelecek: “Çok şükür, elimden geleni yapmaya çalıştım. Ya Rab, daha da faydalı bir ömür sürmeyi nasip et, diyeceğiz.”
Sözü Seneca’ya bırakıp yazımızı bitiriyoruz:
O zaman durum şöyledir: Bize verilen yaşam kısa değildir, tersine biz onu kısaltırız, uzun bir yaşamdan yoksun değiliz, tersine yaşamı boşa harcıyoruz. Tıpkı etkileyici ve soylu bir servetin zavallı bir yöneticinin ellerinde bir anda çarçur edilmesi gibi... Öte yandan servet, sorumlu bir koruyucuya emanet edildiğinde usul usul artmaya başlar; yaşam süresi de tıpkı böyle, onu ayrıntılı olarak tasarlayabilen kişiye çok geniş bir etkinlik alanı sunar