İçimizde bize ait ne varsa, çevresine yığdığımız barikatlar gün geçtikçe yükseliyor. Canlı taklidi yapan ölüler olarak, hiçbir rüyası olmayan renksiz, soluk bir hayat yaşıyoruz. Var olmak ile yâr olmak arasında, her gün dinmez katliamların şafağına uyanıyoruz. Dünden bugüne değişmeyen nefretimiz, yaptığımız tüm katliamlar için yüzümüze dönük silahlar olarak karşımıza çıkıyor.

 

Karanlık ve şeytani tüm gölgeler, yalanlarını durmadan damarlarımıza zerk etmeye çalışırken, göğsümüzde sönmemek için direnen kalbimizin son ışığını da iblislerin hastalıklı nefesine mi terk edeceğiz? Terakkiye mâni olan kim veya ne? Biz ilerlemeye çalışırken, bunca vesvese, bunca vehim kimin nefret ve utanç dolu ağzından dökülüp kalpleri kirletiyor.

 

Toplumsal bilinçaltımızı inşa eden ve ruhumuzu her an diri tutan, maveraya ait her delilimizin önü korku setleriyle örülü. Ne kabiliyetlerimizden haberdarız ne de kendimizi keşfetmek gibi bir derdimiz ve talebimiz var. Ömür boyu talep eden bir talebe olan insan, kendine ait, ona has kişisel ayarlarını korumada aciz kalırken, tüm ayarları bozulduğunda fabrika ayarlarına nasıl dönecek?

Zaman geçiyor ve tüm katiller daha katil ve tüm mücrimler daha yüzsüz oluyor ve biz onların kendini beğenmiş kibirlerini kıramıyoruz. Oysa Müslüman, bir aslan gibi meydanda arzı endam ettiğinde bunların hiçbir hükmü kalmamalıydı. 

 

Peki, biz ne yapıyoruz?

 

Geçmişten günümüze seyyahlar ve casusların kör eden İslam nefreti, bin yıldan fazladır taze ve hâlen peygamber efendimize iftiralar ve karakter suikastları olarak devam ediyor. Akademik çalışma ve bilimsel nesnellik yalanıyla atılan gizli iftiralara, bunlarla oluşturulan zihin kaymalarına, aklımıza atılan esaslı çelmeye karşı biz ne yapıyoruz?

 

Kutsal kitabımız Kur’an’a, dinimize ve İslami eserlerin orijinalliğine saldırı devam ediyor. Radikal örgütlerin kanlı eylemleri İslam’a mal edilerek radikal İslam yalanıyla töhmet altında kalıyoruz. Bu örgütleri besleyen terör sevicileri tarafından hepimiz terörist ilan ediliyoruz. Hemen bizim için bir ılımlı İslam yalanı uyduruluyor ve töhmet altında kalmamak için ona sarılıyoruz. Olumsuz İslam imajlarından kaçmak için iki yalan arasında bir met-cezir yaşıyoruz. Ruhumuza uymayan seküler/dünyevi modeller ve sistemlerle toplum yapımız altüst ediliyor. Her şeyimiz ile hızla Hıristiyanlaşıyoruz. Hayreti mucip olan adımız Müslüman iken geri kalan her şeyimiz yalan.

 

‘Bir medeniyet beyninden değil, önce kalbinden çürür’ demiş bilge. Bir medeniyet, hakikati temelinin harcına kardıktan sonra, bu hakikatin üzerine bina edilir. Medeniyet, yalan ve nefretin değil, hakikatin yegâne aynasıdır. Bir ayağı sabit olmakla birlikte kendi içinde dinamiktir. Taklitler gibi değişken ve kaygan zeminli değildir.

 

‘Maverayla göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan.’ diyor Cemil Meriç. Geleceğe doğru yol alırken geçmiş ile göz temasını kaybetmek olmaz. Tecrübeyi mesnet edinenin yıkılması vâki değildir.

 

Köklerine sırtını dayayanın her geçen gün gücü ve ihtişamı artar. Köklerden gelen bir insanlık ve gelecek tasavvuru, insanın hakikatini bilen, bildiren bir tasavvurdur. Bu bir geriye dönüş refleksi değil, bilakis zincirin kayıp halkasını bulup tamir etmek ve nesiller arasındaki kopukluğa sebep olan arızaları gidermektir. 

 

Karanlık hep var olacaktır. Çabalamak ışığın mesleğidir.