Ve kadın unuttu, yaratılışındaki sırrı. Fıtratı zarafet, letafet üzerine inşa edilmişti. Ama unuttu bunu. Unutturdu bunu doğurduğu erkekler. Unutturdu bunu, atası bildiği “dediğim dedik” ler. Unutturdu bunu, hayatını birleştirdiği “çaldığım düdük” ler.
Ve yazık oldu kadına. Kendi olamadı, özünden aktığı gibi davranamadı. Yaratılışındaki hilmi kaybetti. Kendilik hissini yitiren kadın, gittikçe erkekleşti. Kalbine saldırdı, adam; kaldırdı omuzlarını kadın, sıktı dişlerini, hakim olamadı avazına. Biraz daha erkek gibi oldu, kadın. Savunmalıydı kendini ama kadınca değil. Kadınca olan hiçbir hamlesinin tesiri yoktu kendince. Erkekçe yükseltti sesini, sonra sonra yürüyüşü bile değişti. Biraz daha erkekleşti. Gittikçe o kadife sesini de mi gömüyordu gençliğine ne… Sesinin tınısı bile kartlaşıyordu artık.
Ve kadın anne oldu. Ama “anne” gibi de olamadı. “Baba” sıfatını sadece biyolojik olarak üstlenen adamı yuvada bulamadı, kadın. Toplumun ona biçtiği vazifeyi yüklendi; “ hem anne-hem baba” olacaktı kadın. Çocuklar, kadının mutfaktan salona, salondan antreye seke seke, şarkılar söyleyerek gittiğine hiç şahit olamadılar. Çocuklar annelerinin endamını, asaletini hiç göremediler. Naif sesini hiç duyamadılar. Ağız dolusu bir gülüşüne de hiç tanıklık edemediler. Kadın, “baba” gibi bir anaydı. Varlıklarıyla anlam ifade etmeyen, boşluklarıyla da ademi aratmayan adamların yerini doldurmaya çalıştı. Yine yaratanın ona yüklediği formatın dışında işler kaldı boynuna, kadının. “Sadece kadın” olamadı; çok şey olmak zorunda kaldı. Ama “kadın” olamadı.
Ve canını dişine takarcasına yuvayı yapmaya çalışan dişi -kadın- , erkeğin “canına minnet” haliyle karşılık buldukça para kazanmak istedi. Ve kazanç sağladığı işin saygınlığını dahi önemsemez oldu. Evin
içinde gün boyu hizmette kusur etmemek için uğraştığı adamların bir teşekkürünü bile alamayan kadın, başka başka insanlara hizmet ederek karşılık alabileceği yolları aradı. Ve buldu da. Yirmi dört saat çalışsa da, yorulsa da gocunmuyordu artık, kadın. Öz bakım ihtiyaçlarını giderecek harçlığı dahi kendisinden esirgeyen adamların himayesinden çıkmıştı artık… Çalışıyordu, kazanıyordu. Ne iş yaptığının da yükünün ağırlığının da önemi yoktu. Ve biraz daha erkekleşti, kadın.
Sonra kandırdılar kadını… Mücadele verip savrulurken bir duvardan diğerine; “yuvayı dişi kuş yapar “ dediler. Kadın teselli buldu. Dişiliğini yitirmiş olsa da, “yuvayı yapmak”… Evet evet bunu duymak iyi geldi kadına.
Kandırdılar… Süsü iffet, örtüsü izzet olan kadını kandırdılar. “Delice kıskanıyorsa seviyordur” diyenlere inandı, kadın. Ruhu hırpalanıp haysiyeti yara alırken sevildiğini sandı, kadın. Oysa zaten iffeti “delice!” kıskanılmasına engel değil miydi? “Sen benim iffetimden mi şüphe duyuyorsun?” diyerek vakarla, şerefle gönül koyması gereken kadın; “seviliyorum” diyerek bir tebessüm koydu dudağının kenarına. Yok sayılmak daha çok acıtıyordu. Hiç değilse böyle var olduğunu hissetmek yine iyi geldi kadına.
Ve bir gün alkışladılar kadını. Bağıra bağıra el çırptılar; “erkek gibi kadınsın, helal sana”… Kadın sevinir gibi yaptı. Oysa inciniyor gibiydi de. Kadın, kadın gibi olmalıydı. Ona fıtratını unutturanlar, başlarını kızgın kumlara sokmalıydı. Kadın, zarifti, ipekti. Kumaşının bozulmasına sebep olanlar topyekün bir talim ve terbiyeden geçmeliydi.
Kadını kadın yapan meziyetlerini söndürdüler. Kadın, gazı bitmemiş lambayı duvardan alıp üflemek zorunda kaldı. Kadın üfledi ve karardı dünya.