Nasıl bir çocukluk geçirdik ki; sevilmeyen yanlarımızla, okşanmayan saçlarımızla, anlaşılmayan taraflarımızla kendimizin bir "hiç" olduğu kanaatine vardık.
Yok yok abartmıyorum; kendimize "hiç" muamelesi yapıyoruz... Evladımızın sesinin bize yükselmesi, gidip taaa en derinlerimizden yakalıyor bizi… "Nasıl yaa baksana evladın da seni 'hiç' yerine koyuyor " diye söylenen içimizdeki canavar, bizi alıp can parçalarımıza musallat ediyor. Hatalarını gülümseyerek, şefkatle tedavi etmek yerine içimizdeki "hiç"lik kemirgeniyle mücadele ediyoruz, onların da yaralarına tuz basıyor, kanattıkça kanatıyoruz...
İçimizde öyle bir " ben hiçim" savaşı var ki; kavga –dövüş, hır gır... Herkesle, her şeyle... En çok da en sevdiklerimizle...
Değersizlik hissi diye bir baş belası ile canhıraş gazvedeyiz: Yüreğimize oturduğunun farkında bile olmadığımız bir baş belası.
Tatile "götürmeyen!", dışarda "gezdirmeyen!" eşim beni sevmiyor, dedirten bir his...
Sarmaş dolaş, kahve yudumuyla, deniz manzarasıyla, kafamızın birbirine değdiği, havuz başında ayaklarımızın göründüğü pozlar vermiyor diye eşimin yanında önemsiz olduğumu düşündüren bir his…
Çiçeklerden buketler, narin bileklerime layık altın künyeler, atlanmadan hatırlanması gereken bütün "özel!" günler... Hangisi eksik ise yuvamı oradan yakalayan, bir damla huzur bırakmayan bir his.
Evladımı halasıyla görünce bozulduğum, babasından taraf olunca yıkıldığım karanlık dehlizime çekmek için onu da nakış nakış işlediğim bir his...
"Hiç"sin diye bağıran iç sesimi bastırmak için evladıma bağırmalarımdan, fermanını okuyup, cezasını kesişlerimden anlıyorum; kendimi değerli hissetmek için çabaladığımı.
O kadar "hiç" görüyorum ki kendimi; bir yerlere "götürülmesi, gezdirilmesi!" gereken bir cansız varlık gibiymişim gibi kuruyorum şikayetlerimi. Eşimin zaman zaman mesafeli durduğu aktiviteleri bile kendimle eşdeğer tutup mesafeyi de, sevgisizliği de kendime pay ediyorum. .
Belki de benim hayat arkadaşım, takip ettiğim arkadaşlarımın eşleri gibi pozlar vermeyi sevmiyordur ama ben kendimi o kadar sevgisizliğe layık görüyorum ki; sevilmeyen bir şey var ise o muhakkak benimdir, diye yüreğimi mezarlığa atıyorum.
Bir şey ne kadar çok pahallıysa, rakibime sunulduğundan ne kadar çok farklıysa benim değerim o nispette sanıyorum. Birlikte alışveriş yapabildiğimiz, birlikte çocuklarla dolaştığımız, birlikte uyuyabildiğimiz, birlikte aynı kapıdan girebildiğimiz her gün çok özel değil mi? İlla birilerinin ve takvimlerin mi benim günlerimi "özel" ilan etmesi lazım? Her yıl tekrarını hatırlayıp kutlamak istediğim günler mi çok özeldir; yoksa bir daha asla yaşayamayacağımızı bildiğim -tekrarı olmayan-BUGÜN mü?
***
Hiç kimsenin nazarında yer bulamıyorum kendime… Sevilecek, dinlenilecek kadar da pek mühim bir şey değilim bu hayatta… Herkes, her şeyi benden fazla yaşıyor. Gözüme kestirdiğim körpe evlatlarım var, onlar benim safımda, benim yanımda olacak daima… Ayrı birer birey olduklarını dahi kabul etmiyorum, sadece bana itaat edecek olan varlıklar dünyaya getirdiğimi düşünüyorum... "Hiç"lik hissi insanı köleye de çevirir, firavuna da... Ve bu hissin ilk firavunluk belirtilerini evlatlarım üzerinden deniyorum farkında olmadan... İlk onlara haykırıyorum, “ben ‘hiç’ değilim” diye... Ve koparıyorum bağları; söküyorum Rabb'in onlarla aramızda ördüğü ağları.
Tin Suresi 4. Ayet : “Biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” der.
Rabbim bu ayetle bana “ahsen-i takvim” diye seslenirken ben; kim acaba bu en güzel surette yaratılanlar? diye etrafıma bakınıyorsam: "Ahh bu benim. Allah beni en güzel surette yarattı, bana değer biçtiği için dünyaya yolladı” diyemiyorsam derinleşme zamanı… Derinlerimizde can çekişen değersiz insani bulup kaldırma zamanı…
Değersizlik ateşinde kavrulan hiçbir insanı, mahluktan gelen hiçbir lütuf serinletemez, tatmin edemez. Ancak Allah indinde öz kıymetinin farkında olan kişiye bir tebessüm de lütuftur, bir selam da. Gayrısına gam duymaz çünkü gayrısına karışmaz… Bilir ki lütfeden de kendini temsil eder, lütfetmeyen de.
Sen kendin kalk, şimdi sıvazla sırtını. Doğrul ve lütfet özüne. Layık olduğun gibi davran kendine... Gör o zaman çorak topraklar nasıl da yeşil bostanlara dönüyor…
Tülay BİLİCİ
3 EYLÜL 2020