Yapılan bir araştırmaya göre, içinde bulunduğumuz çağın insanının büyük çoğunluğu, 1950’li yıllarda, akıl hastanesinde ve ağır şartlarda klinik tedavi gören psikiyatrik hastaların birçok rahatsızlığına sahipmiş.

 

İşin tuhaf yanı ise bu insanların hiçbiri bu halde olduğundan haberdar değil. Yani açık hava akıl hastanesine dönmüş bir dünyada, her şey normalmiş ve yolundaymış gibi yaşamaya devam ediyoruz.

 

Sürekli bir travma yaşayıp duruyoruz. Her sarsıntı sonrası yaşadığımız stres ve zorlanma bozukluğu, giderek bir majör depresif bozukluğa evriliyor. Kontrol edemediğimiz bir kaygı sorunumuz var. Kendimizi kontrolsüz htikçe çareyi şiddette arıyoruz. Şiddet ile kontrolü sağlayabileceğimizi sanıyoruz. Stres ve kaygıya sebep olan saikler arttıkça daha çok baskı altında kalıyor ve daha acımasız oluyoruz.

 

Hız ve haz arasında bizi önüne katıp giden çağın idrakine varamadan, durup düşünmeye hiç vaktimiz olmadan, içimizde durmadan büyüyen o büyük boşluğa aldırmadan sürüklenip gidiyoruz.

 

Buna rağmen her gün o kadar çok şey istiyoruz ki kimsenin aklına ‘bugün ne istemeyiz?’ diye bir soru gelmiyor. Herkes oturduğu koltukta kendini Zeus zannederek çevresine kibrinin şimşeklerini salmakla meşgul.

 

Tefekkürden tasarruf ederek boş boş düşünme israfı yaşayıp duruyoruz. Bitmeyen dünya kaygısı, bizi mindere çekip sürekli minderde tutmaya çalışıyor.

 

Neşet Ertaş usta ‘Cahildim dünyanın rengine kandım, / Hayale aldandım boşuna yandım’ diyor. Eşyanın hakikatinin farkında değiliz. İlim, eşyanın sabiteleri üzerinden nasıl tahakkuk eder bilmiyoruz. Akli olan gerçeklik ile gerçekliğin akliliği arasında, göreceli bir kumar oynayıp duruyoruz. Şimdi yöntem olan daha önceki itkiler üzerinden kendimizi anlamaya, tanımaya çalışıyoruz.

 

Cüneyd-i Bağdadi ‘Suyun rengi kabının rengidir’ buyuruyor. İnsan da hakikatin rengi ile boyanmadıkça bir teoriden öteye gidemez. İnsanı bir teoriden ibaret sanmak, onun tabutunun ölçülerini de belirlemek demektir. Teori gridir ve insan ak ile kara arasında kaldığı için gözleri hep muğlâk olana takılır ve sisli alanlardan kurtulamaz.

 

‘İnsan kaç boyutludur?’ diye sorsalar, insan, ‘hiç’ boyutludur deriz. Bir ‘hiç’ iken, varlığı ve yokluğu söz konusu olduğunda herhangi bir ‘şey’ değilken, ‘yok’luğa iner ve ‘hiç’ ile ‘var’ arasında eğleştikten sonra düşüşünü bu dünyaya gözlerini açarak tamamlar.

 

Bu dünyaya düştükten sonra, var olduğu zannıyla, mertebe olarak düşüşünü unutur ve geldiği yer ile gideceği yer arasında kalan bu hayal dünyasını hakikat zanneder. Fikrini, zikrini, dünyasını, kısaca her şeyini bu hayalin üzerine bina eder ve kendisine verilmiş tek yaşama hakkını da ruhunu ve kalbini çürümeye terk ederek heba eder.

 

Belki de insan, hayalden üstün olduğu için tam olarak kavranmaktan uzaktır. Ya da hiçlikten geldiği/düştüğü için her tanım insanı kendinden biraz daha uzaklaştırır.

 

İnsan, geldiği yere ve mertebesine göre boyutsuz olmasına rağmen, biz insanı içinde bulunduğumuz sınırlı boyutların yüzeysel görüntüsüne göre, dar tanımlara sıkıştırıyor, sınırlarını daralttıkça daha kolay anlaşılacağını zannediyoruz.

 

Tabiatı ve özü itibariyle ilahi bir nefhaya sahip insan, içine düştüğü çürüme illetinden ve onun kötü hallerinden kurtulmadıkça, insan için yapılan tüm tanımlar da bu çürümeden kurtulamayacaktır.

 

‘Derdim var o halde varım’ diyen o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler. Şimdi ‘isyan ediyorum o halde varım’ diye bir moda var. İsyan ettikçe var olduğunu sanan beşer, bilinci arafta, insandan öte olandan bihaber, sözlerin ruhuna dokunamadığından ruhu sözlere kapalı, zamanın ruhsuzluğunun tüm çarpıklıklarını üzerinde taşıyan, zamanın kumları arasında hiç olacak varlıklar haline geldi.

 

Yıllardır başımızı üstüne koyup yattığımız yastığa güvenmeyi bırakalım artık. Biz, insanları kendi mağaralarına çekilmeye davet ediyoruz.

 

Tüm dünyevi gürültüden uzak, bastırdıkları iç seslerini rahatça duyabilecekleri, kaosa sürükledikleri iç düzenlerine yeni bir nizam getirebilecekleri, kaybettikleri ve hep aradıkları kendilerini rahatça bulabilecekleri yere davet ediyoruz. Mağara merkezdir ve kenarları yoktur. Bu nedenle insanı da kendi merkezine çağırır.

 

Bekliyoruz...