Kerbela solukluyor mermere dönmemiş, kaskatı kesilmemiş her yürek. Dört yanımızda katlediliyor Hüseyin'ler. Hazan yağmurları dindirmiyor göklerin yürek sızısını.

Toprak şaşkın şahit olduklarına. Kan hiçbir vakit böylesine kolay akıtılmamıştı başından aşağı. Asrın Kabil'leri azdıkça azıyor. "Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor" pervasızca.

İpi kopmuş tespihin taneleri gibi İslam'ın yetim çocukları. Kafalarına her gün inen yumrukların altında feryat edip yeniden ayağa kalkacağı günleri bekliyor.

Yalancı "bahar"lara aldanıp açan badem ağaçlarının ardından dökülen gözyaşları, dua taslarına doldurulup yüceler yücesine sunuluyor kırık testiler içinde.

Asrın başında duran, kul oldukça yücelere çıkan bir gönülden aldığı müjdenin inkişafını bekliyor secdeye giden her alın.

"Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum."  diyecek kadar dertli ve fakat “şu istikbal inkılâbâtı içinde en gür sedâ İslam’ın sedâsı olacaktır”  haykırışını dillendirecek kadar ümitvar bir çığlığın yankılarıyla uyanıyor doğan her güne.

Hüzne ait ne varsa yaşandı bu coğrafyada. Acıya dair ne varsa görüldü.

Ölümün rengi, yetimliğin tadı, yoksulluğun kokusu, kimsesizliğin çığlığı yabancısı değil hiç birimizin. "hüzün ki en çok yakışandır bize" diye seslenmemiz boşa değil.

Boşa değil, "Ya Râb belayı aşk ile kıl aşina beni/ Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni/ Az eyleme inâyetini ehli dertten/ Yani ki çok belâlara kıl müptelâ beni" (Fuzuli) diye haykırışımız.

"Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın". Yalancı güneşlere aldanıp peşinden koştuk. Fırtınalar getiren bulutları yağmur yüklü sanıp açtık sinelerimizi. Şefkat beklediğimiz avuçlar şamar olup suratlarımızda patladı.

Bu yolda gönülsüz olmak gerek deyip sustuk. İçimize akıttık gözyaşlarımızı. "Öp beni alnımdan, sen öp seccadem" dedik gök kapılarının ardına kadar açık olduğu vakitlerde.

Bizden öncekilerin çektiklerini çekmeden, yaşadıklarını yaşamadan rızaya layık ol(a)mayacağımızı biliyorduk zira.

Aldığımız her soluk bir Kerbela ıstırabıyla doldurdu ciğerlerimizi. Barut kokusu doldurdu lalezarları. Kan kırmızısına boyanan kundaklara sarıp toprağın bağrına teslim ettik minicik bedenleri, tohum misali.

Ekranları dolduran acıyı, kumandanın tek tuşuyla yok edebilmenin rahatlığını yaşayan Yezid'ler vicdanlarını "dondurmanın" rahatlığını yaşarken, yanı başlarında yanıp kor olan yüreklerin ateşi şöminede dans eden ışık oyunlarının arasında kaybolup gidiyordu.

Aylardan Muharrem.

Hüznü iftar sofralarına katık edip kana kana içtiğimiz vakitler.

İlk Peygamber'in evladının; Son Peygamber'in (s.a.s) torununun kanıyla sulanan yeryüzünün alnındaki kara leke temizlenmeden, zulmün dalga dalga kabardığı vakitler...

Başımızda musibetler, gözlerimizde yaş, dilimizde dualar, "kahrın da hoş, lütfun da hoş" diyoruz her el açışta.

Kelimeler kifayetsiz kalıyor.

"Bu da Geçer Ya Hû" bize en güzel teselli.

Bekliyoruz...