Zaman işçisiydi...

Vuslat bekçisiydi...

Helal rızka talipti...

Yine, tekrar, yeniden çıktığı dönüş yolunda, sayısı belirsiz yolculuklarının kim bilir kaçıncı seferindeydi. Onun ki nasip kovalamaya adanmış ömrünün uzun metraj filmiydi.

Uykulu, uyanık, sevinçli ve yorgun bedeniyle varmıştı defalarca aşındırdığı memleket terminaline. Ağır adımlarla indiği Otobüsten Köy servisine binmek üzere hızlı adımlarla koyulmuştu yola. Emektar bedenini ha gayret diye ikna ederek kalkmak üzere olan araca son anda binmişti.

Aklında ekeceği tarlanın, kıracağı odunların, kış için çocuklarına ve eşine yapacağı hazırlıkların telaşı ile uyuyakalmıştı. Köyün patika yolunun sarstığı arabanın titremesiyle uyanmış. Köyüne, toprağına varmıştı. Bir elinde küçük evi olan valizi, diğer elinde çocuklarının vazgeçemediği renkli şekerlemeleri ile evinin yolunu tutan yorgun ve mutlu bedeni belirmişti bahçe kapısında. Hayat ona ağır gelse de bazen, zamana karşı bükülse de gayreti, ona can veren geride baba diye, eş, evlat diye bekleyenlerin olması idi.

Bir süre etrafı temaşa ederek yürüdükten sonra evine varmıştı.

Çocukların şen sesleri doldurmuştu bahçeyi. Babasını her akşam gören çocuklar gibi değildi onlar, eldeki poşetlere odaklanıp, meraklanmaktan ziyade babalarını görmenin sevinciydi bu şen sesleri coşturan. Açıldı o koca kucak, erişildi vuslata.

Her çocuğu için ayrı anlamlar ifade ediyordu baba. Büyükler için birkaç hafta görebilecekleri babalarını evde memnun ve rahat ettirme çabaları ve minnet duygusu kendini hissettiriyordu. Zira onlar için o yürüyen erdemdi. Hayatını ailesinin refahına zimmetlemiş, yazın sıcak altında çalışmaktan, kışın soğuk ayazlarda kavrulmaktan gocunmayan babaları idi.

Küçük evlat için ise baba; bir göz aydınlığı gibiydi. Hem varlığına seviniyor hem de babası ile çarşı Pazar gezmenin tadını çıkarıyordu...

Sanki aynı filmi tekrar tekrar izliyor gibiydi. Yine evinde, yuvasındaydı. Şükür ile harmanladığı, harcına bilek kuvvetini gark ettiği evindeydi.

Önce hasbihal edilmiş, sonra özenilen yemekler yenmişti. Onu bekleyen sadece eşi ve çocukları değildi. Artık hayat yoluna yoldaşı olmadan devam eden anası da gözlüyordu aşina olduğu yollarını.

Anne günlük rutini olan zikir çekme ibadetini bitirip usulca doğrulduğu yerinden kalkarak, üç ev ötedeki evladına gitmek için yola koyulmuştu. Seksen yıllık hayatın ağırlığı ile bükülmüş beline omuz veren bastonunu ağır ağır kaldırıp indirerek yürüyor, bir zamanlar gurbette olan eşinin gelişini nasıl özlemle iple çektiğini hatırlayıp iç çekiyordu. Şimdi dönüşü olmayan yerdeydi yoldaşı, artık evladının gelişini gözler olmuştu.

Üzerinde yeşilimsi örgü yeleği, bir elinde tesbihi diğer elinde bastonu, ayağında cızlavit ayakkabılarıyla kapıdan besmele ile içeri girmişti koca çınar.

Üstünde çorba kaynayan sobanın harareti okşamıştı yüzünü. “Anam gel buyur” diye buyur edildi ikindin güneşinin şavkının vurduğu pencere dibindeki çekyata. Şefkatli bakışları ile uzattı elini oğluna, öpüldü yerini aldı evlat alnında.

Yıllarca eşinin yolunu bekleyen ana evlatlarını o kervana katalı çok olmuştu. Fakat yüreği râzı değildi bu ayrılıklara. Süzüyordu oğlunu, mıhlıyordu gözlerini gözlerine ve alın çizgilerine.

Kader miydi zorunlu bir tercih miydi gurbette rızık kovalamak. Yolları ömrüne yoldaş kılmak.

Vuslat bekçisi o evlat, helal kazancın ağır bedellerine razı gelmesi gerektiğini öğrenmişti, Alışmıştı sonu gelmeyen göçlere.

Her mevsimi başka ellerde geçirmeye sabrederek beklemeye amenna diyerek, rızkını alın teri ile yoğurup, sevdiklerini göğsünde ısıtmaya. Tıpkı babası ve tüm gurbet çalışanları gibi.