Şirazlı şair Sadi, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak hayata ve insana dair anlamlı küçük hikayeler anlattığı Gülistan adlı eserinde, ‘mazluma taş atan biri önce kendi kafasını kırar‘ diyor.

Güçlünün zayıfın kolunu kırmasının hata olacağını söylüyor. ‘Çaresizlere acımayan kişi yaralı gönüllerin ateşinden korksun‘ diye de uyarıyor.

Türkiye’nin hayati önemdeki Kürt sorununu en özlü biçimde Sadi‘nin bu sözleri özetliyor.

Zira Türkiye, kurulduğundan bu yana Kürtlerin kafasını kırmak için attığı her taşla kendi kafasını da kırıyor. Her taş Kürtlerle birlikte kendisini de kan revan içinde bırakıyor.

Kendisinden zayıf Kürtlerin gasp ettiği insani, demokratik ve ulusal haklarını vermemekte direnen ve ayrıca her krizde, ‘kafa kırmayı‘ önceleyen devlet, rüzgar ektiği her defasında fırtına biçmek zorunda kalıyor.

Böylece acılar, kayıplar ve bunların neden olduğu riskler katlanarak artıyor.

Tabi, devlet refleksi bu ve kolay değişmiyor ama, onun refleksi 100 yıldır yıkımdan ve acıdan başka bir sonuç da üretmiyor.

Bu yüzden Kürt halkı ağır bir bedel ödüyor ama, bedelin daha ağırını devletin kendisi ödüyor. Bunu anlamak için 100 yıllık geçmişe şöyle bir kuş bakışı bakmak bile yetiyor.

Her sorunda Kürtlerin kafasına vurmanın acıları ve düşmanlıkları arttırmaktan ve sorunları daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramadığı, bunun Türkiye‘ye ve Türkiye‘de yaşayan herkese çok şey kaybettirdiği açıkça görülüyor.

Ne var ki 100 yıllık geçmişte yaşanan acılara ve kayıplara rağmen bundan bir ders de alınmıyor. Son olaylara ve gidişata bakılırsa ders alınacağa da benzemiyor.

Ders alınmadığı içindir ki Türkiye hendek meselesine aklıselim bir çözüm üretmek yerine, herkesin kaybedeceği iç savaşa sürükleniyor.

Eskisinden farklı bir yol izlemesi gerekirken, ‘gelin teslim olun, yoksa kafanızı kırarım‘ dediği ve tek seçenek olarak bunu sunduğu içindir ki ‘milli boğazlaşma‘ riski giderek yükseliyor.

Oysa o çok sözü edilen ‘bin yıllık birliktelik‘ savaşı ve şiddeti değil, konuşmayı ve iknayı zorunlu kılıyor. Kardeşlik ve birliktelik tam da bu dönemde bunun için gerekiyor.

Bakın; Ortadoğu’da 1916 yılında İngiliz -Fransız ikilisinin oluşturduğu Sykes-Picot düzeni artık tarihe karışıyor.

Bölge yeniden dizayn ediliyor ve sınırlar yeniden çiziliyor. Ortadoğu bugün yeni dizayn çabasının ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmalardan kaynaklanan kanlı bir geçiş süreci yaşıyor.

Etnik, dini ve mezhepsel kimlikler üzerinden acımasız güç savaşlarının yaşandığı bölgedeki çelişkiler, çatışma ve krizler bütün ilişkiler gibi Türk-Kürt ilişkilerini de derinden etkiliyor.

Peki böyle bir dönemde Türkiye ne yapıyor?

Türkiye’nin her şeyden önce Kürt-Türk ilişkilerini Ortadoğu yangınından çekip çıkarması ve güvenli bir limana ulaştırması gerekiyor ama, bunu yapmıyor.

Bunu yapacak basireti ve dirayeti göstermiyor.

Bunun yerine Irak’ta bağımsızlığın, Suriye’de özerkliğin eşiğine gelmiş Kürtlere Türkiye’de anadilde eğitim başta olmak üzere temel haklarını bile çok görüyor.

Kürtlerin ağır bedeller ödeyerek fiilen kullandıkları haklarını anayasal güvence altına almak, onları rahatlatmak yerine, eskinin efendi-köle ilişkisini hafif tertip düzenlemelerle sürdürmek istiyor. Bunda ısrar da ediyor ve böylece Kürt-Türk ilişkilerini bölgesel yangının içine itiyor.

Öte yandan Kürt meselesi söz konusu olduğunda devletin kendisi her fırsatta yasal-anayasal düzeni elinin tersiyle bir kenara itiyor ve meşru sınırların dışına çıkıyor ama, hendek meselesinde olduğu gibi Kürtlerden de meşru sınırlar içinde kalmalarını istiyor.

Bunu yapmadıkları için de onları ‘temizlemekten’ söz ediyor ve savaş seferberliği başlatıyor.

Kaldı ki hendek meselenin müzakerelerin yeniden başlamasıyla alakalı olduğu biliniyor.

Kürt hareketi bütün bileşenleriyle yeniden müzakere talep ediyor. Bulabildiği her yol ve yöntemle de devleti yeniden masaya oturtmaya çalışıyor.

Devlet buna makul bir karşılık vermek yerine, burun sürtmekten ve boyun eğdirmekten söz ediyor. Yeniden müzakere yerine önce ezmek istiyor!

Bu amacı doğrultusunda her gün yeni bir gerekçe üretiyor. Dün‚ ‘kamu düzeni sağlanacak‘ diyordu; bugün Kürt hareketini (PKK) İran, Rusya ve Suriye’yle işbirliği yapmakla suçluyor!

100 yıllık acılı deneyim kamu düzeninin zorla değil, demokrasiyle, gönüllü birliktelikle sağlanacağını gösteriyor. Kürt hareketinin İran, Rusya ve Suriye ile işbirliği iddiası ise nesnel dayanaktan yoksun görünüyor.

İçeriden, bölgesel ve küresel denklemden bakınca öyle görünmüyor ama velevki öyle ama, bunu tersine çevirecek anahtar da devletin elinde duruyor.

Devlet İmralı’nın kapısını yeniden açabilir ve İmralı’da tecrit altında tuttuğu PKK lideri Öcalan’la onun özgürlüğünü de öngören açık bir müzakere sürecini yeniden başlatabilir.

Kürt-Türk ilişkileri ve halklarımızın geleceği açısından asrın projesi olan Çözüm Süreci’ne geri dönebilir ve yeniden müzakereyle gidişatın yönünü değiştirebilir.

Hiç şüphe yok ki böylesi bir gelişme halklarımız açısından muhteşem bir kazanım anlamına gelecektir.

Bu süreç Türkiye‘yi özgürleşmiş, demokrasiye, eşitliğe, adalete ve refaha kavuşmuş; ayak bağlarından kurtulmuş, istikrarlı ve güvenli bir ülke haline getirecektir. Ayrıca Kürtlerle birleşmiş bir Türkiye gelecek vizyonunu gerçekleştirecek ve her açıdan güçlenecektir

Bunu yapmaması halinde bildiğini okumaya, ‘kafa kırmaya‘ devam edecektir fakat, gelinen aşamada onu da daha fazla sürdüremeyecektir.

Kürtlere atacağı her taş kendisini de kan revan içinde bırakacak ve çok sürmez, kendisini çökertecektir.

Tarihin ve Şirazlı Sadi’nin tecrübeleri bunun böyle olacağını söylüyor…