"Günlerden bir gün ormanlar kralı aslan her zamanki gibi avlanmak istemiş. Koskoca ormanda dolanmış dolanmış, yiyecek tek lokmalık av bulamamış.
Artık vazgeçmişken, bir karaca yavrusu sokulmuş aslanın yanına. Kral şaşırmış. Ayağına gelen avı yese mi halinden yalnız kaldığı belli olan bu yavruyu bıraksa mı bilememiş. Hikaye bu ya, bir merhamet damlası düşüvermiş aslanın yüreğine. Pençelerini tam yavrunun üstüne indirecekken geri çekmiş. Düşünmüş. Şimdi bunu bıraksa ormana gitse yavru, orda muhakkak başka bir aslana yem olur. Sonunda bırakmamaya, onu himayesine almaya karar vermiş. Önceleri orman sakinleri durumu yadırgasa da onlar da alışmış. Ömürlerinin sonuna kadar mesut yaşamışlar.
İşte böylece bir damla merhamet yetmiş bir aslana bir ceylanı dost yapmaya. "
Bu kısacık hikayeyi gazetede görünce eminim siz de yadırgayacaksınız. Bazen uzun uzun söylemeye, satırlarca yazmaya gerek kalmaz da bir küçük hikaye anlatıverir engin düşünceleri.
Ben de öyle olacağını düşündüm.
Şimdi gelelim bu hikaye bize neyi öğretiyor? Ne anlatmak istemiş yazar?
Benim anladığım alışkanlıklarımız ve çoğunluk bize neler söylerse söylesin, yüksek frekanslı seslerle bize neyi dikte ederse etsin, bir damlacık merhametin fısıltısını duymaya çalışmalıyız. Hatta dünümüze geç kalmış olabilecek o fısıltı, bugünün ve yarının en muhteşem nağmeleri olmalı yüreğimize.
Gelen buğulu ve narin fısıltıları benlik kaygısıyla bastırmamalı, gününü kurtaran adam değil bugünü ve yarınları kurtaran adam olmalı.
Koca Süleyman'a kalmayan dünyanın fani yolcularının, baki hatıralar bırakabilmesi, ancak bu sayede mümkün kılınabilir diye düşünüyorum.
"Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han, konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın"
Veysel de biliyordu muhakkak dostlara kendini anımsatacak olanın kuru bir yaşamak olmadığını.
Yaşamın amaç ve sırrına erişebilmek için bu belli belirsiz gelen ve sadece içine kulak verenlerin duyduğu derin nağmeleri, hayatımızın merkezinde tutmalı. Çoğunluk ve benlik duygusu ne derse desin merhametin emirlerine uyulmalı.
İyilikten marazı doğuran, artık akıllara kocaman çivilerle çakılmış bu düşünceyi değiştirmeli ve iyiliğin güzellik doğurduğu duygulara yelken açmalı. Açmalı ki, en azından buna inanan insanların içlerini sırf iyilik yaptığı için bir korku kaplamasın.
İyilik yapmanın, zor durumda bulunan hayatlara dokunmanın ne zaman ve nasıl yerleştiğini şöyle bir düşünün. Birlikte düşünelim. Komşusu açken tok yatanı kendinden saymayan nesillerden bugünlere.
İnsan derin bir iç çekiyor, o kadar.
Kıymetli dostlar yaşamak ve bilhassa iyilik yapmak - burda kastım sadece faal halde iyilik yapmak değil, en azından güzel düşünmek- muhakkak ciddiye alınmalı.
Yaşamayı ciddiye almak, uzun yaşamaya çalışmak değil elbette. Bundan maksadım, uzun ve özellikle faideperver bir ömür.
Üstelik kendi çıkarlarımızla çatışmak pahasına.
Aslan misali…
'İyi Bayramlar Dostlar'