Şüphesiz ki koronavirüs hepimizin hayatını derinden sarstı. Ve bu, olağanüstü hızlı bir sarsıntıydı. Ki henüz hiçbirimiz bu sarsıntının şokunu üzerinden atabilmiş değil. Her şey birkaç gün içinde oldu. Ashab-ı Keyf’in diğer adıyla “Yedi Uyurların” 300 yıl sonra ölümsüzlük uykusundan uyandıklarında karşılaştıkları dünyaya dair olağanüstü şaşkınlıklarını anlamak çok da güç değildi. Zira üstünden 300 yıl geçmişti. Peki ya, bizim bütün bu yaşadıklarımıza hangi akıl sahibi insan, makul bir açıklama yapabilecekti. Öyle 300 yıl falan değil, hatta 3 yıl bile değil sadece birkaç gün içinde her şey ama her şey kökten değişti. Ve bu öylesine bir değişiklikti ki her defasında bir kâbustan uyanır gibi uyanıyorduk ama kâbus bitmiyordu.
Salgın Çin’de ortaya çıkıp sonra da büyük bir hızla yayıldığında birbiri ardına komplo teorileri üretilmeye-uydurulmaya başlandı. Güya Amerika olağanüstü bir biyo-labaratuvar operasyonu yapmıştı ve bütün dünya kimin “en büyük güç” olduğunu bir kez daha anlamıştı. Hatta Dünya Sağlık Örgütü’nün bilinçli olarak –yine Amerika istedi diye- hastalıkla ilgilenmediği iddia ediliyordu. Bu salgın ile beraber biz, hayatlarımız ve dünya o kadar olağandışı bir hızla değişiyor ve yine aynı hızla ters-yüz oluyordu ki komplo teorileri de aynı hızla üretiliyor ve yine aynı hızla yalan oluyordu. İlk çöken teori de bu Çin-Amerika ve DSÖ teorisi oldu.
Evet, Çin büyük bir salgının pençesinde kıvranıyordu. Öyle ki karantinaya alınan evlerin kapılarına çakılan çiviler hafızalara kazınmıştı. Sokaklarda yürürken aniden yere düşen insanların görüntüleri düşüyordu medyaya. Koca Vuhan kenti on bir milyona yakın nüfusuyla karantinaya alınmıştı. Gerçekten de Çin’den gelen haberler ve görüntüler korkunçtu. Eğer biraz ironi yapacak ve bütün bu olanları “bir sinema filmi” olarak düşünecek olursak –ki bütün bu yaşadıklarımız olağandışı bir şekilde, tam da bir film setini andırıyorken- filmin ilk yarısı böyleydi. Ekran karardı, ışıklar yandı. Hepimiz muhtemelen Çin’in daha uzunca bir süre kendine gelemeyeceğini, salgınla uğraşacağını ve bu salgının bize hiç gelmeyeceğini düşünerek, hatta Çin için üzülerek film arasına çıktık. Oysa bizi muhteşem bir ikinci yarı bekliyordu.
İkinci yarının hemen başında Çin hızlıca toparlandı. Öyle ki bütün dünyaya hastalık tespit kiti, maske ve başkaca tıbbi malzemeler satmaya başlamıştı. Biraz zaman sonra Vuhan’daki karantinayı da kaldıracaktı. Fakat bu defa da dünyanın geri kalanı salgının pençesindeydi. Salgın ilk Avrupa’yı vurdu, önce İtalya’yı sonra da Avrupa Birliği’nin bütün ülkelerini. Başka devletlerin ve halkların ahı ve kanı üzerine kurmuş oldukları sahte ilerlemişlik ve “tıpta dünya devi” örnekleri yerle bir oldu. Çok geçmeden İtalya’da Avrupa Birliği bayrakları indirildi, İtalya bayrakları çekildi. Avrupa Birliği de İtalya’ya yardım edemediği için özür diledi. Sahte birlik(telik) zor günler geçiriyordu. Avrupa’nın dev ülkeleri bütün ihtişamlarıyla en gerekli tıbbi malzemeleri bulamıyor, sağlık sistemleri allak-bullak oluyordu. Gelecek de ne olur, Avrupa Birliği dağılır mı veya bu saatten sonra bir arada olsa bir anlam ifade eder mi bilinmez ama hiçbir şeyin eskisi gibi devam etmeyeceği aşikar.
İlk iflas eden teoriye dönecek olursak; salgın Amerika’ya da bulaşıp yayılmaya başladığında Amerika Başkanı Donald Trump DSÖ’yü salgını vaktinde haber vermemekle, gerekli tedbirleri almamakla ve görevini layıkıyla yerine getirmemekle suçladı. Her yıl DSÖ’ye verilen 400 milyon dolarlık ödeneği de kesti. DSÖ’nün cevabı aynı sertlikte oldu. DSÖ Başkanı Tedros “Eğer daha fazla ceset torbası görmek istiyorsanız virüsü siyasete alet edin” dedi ve açıkça meydan okudu. Bu meydan okuma belki de yeni bir dünyanın işaretiydi ve dengeler değişiyordu, bütün bunları zaman gösterecekti.
Trump Çin’i de suçladı, hem de defalarca. Daha salgının başında “Çin Virüsü” kavramını kullandı. Hatta bu yazı yazılıyorken Trump “koronavirüsün Çin’in Vuhan kentindeki bir laboratuvardan çıktığına ilişkin kanıtlar gördüğünü, ancak şuanda detay paylaşmayacağını” açıkladı. Anlaşılan o ki Amerika’nın bütün bu curcuna bittiğinde Çin ile ilgili farklı planları var. Bu planlar nedir? Amerika ne kadar zarar-ziyan çıkarır, – ki sadece Amerika değil, dünyanın birçok ülkesi sürekli olarak zararlarından söz etmekte ve Çin’in bunu karşılaması gerektiğini dile getirmekte. Almanya’nın tirajlı gazetelerinden birinde Almanya’nın toplam zararının 149 milyar avro olduğu ve Çin’in bunu karşılaması gerektiği açık bir şekilde yazıldı. Birkaç gün önce ABD'nin Missouri eyaleti, Covid-19 salgını nedeniyle Çin'e dava açtı bile- Çin böyle bir parayı ödemeyi kabul eder mi, bir Çin Amerika savaşı çıkar mı, veya dünyanın bütün devletleri Çin’den aynı zararı karşılamasını ister mi bilinmez ama şu bir gerçek ki; bu salgın bittiğinde artık eski dünyada yaşamayacağız. Her ne kadar, yeni dünyayı konuşmak için çok erken olsa da, özellikle hızlı üretim kapasitesi, genç nüfusu, yeni pazarlar, ucuz işgücü ve bakir doğasıyla Çin başta olmak üzere Asya ülkeleri geleceğin yükselen gücü olacak gibi. Öte yandan Amerika ve Avrupa ülkeleri de, dünya siyasetinde ve ekonomisinde eskiye nazaran güç kaybedeceğe benziyor. Çok uluslu şirketler ve bunların başındaki aileler – ki sayıları iki elin parmaklarını geçmez- ne zamandır özlemini duydukları “tek dünya devleti ve olağanüstü kontrol” hayaline bir adım daha yaklaştılar gibi. “Dijital dünya-dijital insan”, “5g ve onun bir üst sürümü olan 6g” gibi kavramların en popüler kavramlara dönüşmesi ve televizyon programlarında saatlerce üzerine konuşulması, tabi ki de tesadüf değil. Bütün bunların deli saçması komplo teorileri olduğunu iddia etmek de çok akılla uyuşur gibi durmuyor.
Bu salgının bize öğrettiği olgulardan biri de, özel sektörün insafına terk edilmiş bir sağlık sisteminin nemenem sahte bir şey olduğu gerçeğidir. Öyle ki Amerika’dan parası olmadığı için test yapılmayan ve hastaneye kabul edilmeyen hasta haberleri geliyordu. İşin bir diğer trajik tarafı ise; dünyanın en gelişmiş silah teknolojisine sahip, en güçlü ülkesi maske gibi basit bir ürünü bulabilmekten aciz bir duruma düştü. Bu noktada Türkiye’ye bir anti parantez açmak gerekiyor. Amerika dahil 55 ülkeye tıbbi yardım yapıldı. Salgının en başından gerekli önlemler alındı ve bu sayede salgın ülkeye geç girdi. Tedavi için gerekli ilaçlar daha ülkede tek vaka yokken alındı ve şuan tedavide etkin bir şekilde bu ilaçlar kullanılıyor. Özel uçaklarla yurtdışından vatandaşlar ülkeye getirildi ve karantinaya alındı. Bilim Kurulu’nun kurulması ve bütün çalışmaların buradan yürütülmesi de ayrıca koordinasyona büyük katkı sağlamış oldu. Ki DSÖ de bu anlamda Türkiye’yi örnek ülke gösterdi. Diğer dünya ülkelerine göre Türkiye’nin hastalığı kontrol altına almaya başlaması ve verilerin iyileşmesi süresi de daha kısa oldu, bu da ayrıca bir başarı. Aslında Türkiye hastane altyapısı ve hizmet kapasitesi anlamında son 15 yıldır sağlık sektörüne yaptığı yatırımların meyvelerini topluyor. Ki bu çerçevede özellikle devlet hastanelerinin olması ve devlet tarafından olağanüstü desteklenmesi gerekliliği bir kez daha anlaşıldı. Elbette eksikler olmakla beraber, genel anlamda iyi yönetilen bu süreç bittikten sonra Türkiye yeni dünyayı iyi okumalı, daha şimdiden yeni dünyanın hazırlıklarını yapmalı, bilime ve teknolojiye daha fazla yatırım yapmalı ve muhakkak biyolojik araştırma merkezleri kurmalıdır. Başka bir yönden de bakacak olursak; eğer bu virüs laboratuvar ortamında üretilmişse bile, Türkiye’nin bu kirli oyunun içinde yer almadığı aşikar. Aynı zamanda Türkiye öncelikli olası hedeflerden biri de değil ve bu aslında avantajlı da bir pozisyon. Türkiye bu pozisyonunu da iyi kullanmalı. Ve tabi ki demokrasi, bu olmaz ise olmazımız olmalı. Şüphe yok ki, salgın ile mücadelede devletlerin sağlık alt yapısı, kriz ile mücadele edebilme becerileri ve özellikle halkın devlete olan güveni hayati önem arz etmekte. Şuan da dünyanın dört bir yanında olan ve vaktinde “çifte vatandaşlık” alabilmek için büyük zahmetler vermiş herkes, şu süreçte Türkiye’de olmak istiyor. Tabi ki bu, Türkiye sağlık sistemine duyulan güvenin ve Türkiye’nin süreci iyi yürüttüğünün kanıtı. Öte yandan mücadelede gösterilecek başarı pandemi sonrası dönemde de o devletlerin dünya siyasetindeki konumlarını güçlendirecek. Bu virüs ile birlikte DSÖ veya AB gibi ulus üstü yapıların pek de işlevsel olmadıkları da ayrıca ifşa olmuşken, elbette “kendine yetebilen” ve “kaynaklarını etkin bir şekilde kullanabilen” devlet modeli daha da belirginleşecek ve bu anlamda devletlerin daha fazla ulus-devlet refleksleri geliştireceklerini görebilmek için kahin olmaya gerek yok. Aşı bulunsa ve bütün dünyaya uygulansa bile, özellikle ve en çok da psikolojik olarak yeniden virüs öncesi dönemin rahatlığına dönebilmek baya bir zaman alacak. Elbette bu zaman zarfında sıkıntıları göğüsleyebilen, ekonomisini sürdürebilen, üretim ve tedarik zinciri kopmayan ve halkını bir arada tutabilen ülkeler bu süreçten daha güçlü çıkacaklardır. Tabi bu da kaçınılmaz olarak “güçlü devlet” modelini beraberinde getirecektir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken ince bir nüans var; o da güçlü devlet kavramının, otoriter devlet anlamına gelmediği gerçeğidir. Yani aynı zamanda demokrasisini de güçlendirecek ülkeler ancak bu süreçten güçlü çıkacaklardır. Zira Güney Kore veya Almanya örneklerinde bir kez daha şahit olduğumuz üzere; bütün bu saydıklarımızın yanında, aynı zamanda demokratik olan ülkeler pandemi ile mücadelede de bir adım önde. Aslında demokratik ülkeler her anlamda önde! Aksi halde insana ve insanlığa “iyi bir şey” sunabilme ihtimali zayıf.
Virüsün bize öğrettiği başka gerçek ise; aslında her şeyin başlangıç noktası ve asıl nedeni; insanoğlunun iflah olmaz hırsı. Öyle ki dünyanın sonu süzülecek ellerinden, yine de vazgeçmiyor. Çin’de “yarasa kadın” olarak adlandırılan Virolog Shi Zhengli yıllar boyu yarasa mağaralarında yaptığı araştırmalar sonucunda –ki her bir çalışması bilim adına paha biçilmez önemde ve kıymettedir- her defasında dünyaya aynı mesajları veriyordu. Doğal yaşama bu denli müdahalenin büyük riskler doğuracağını, yarasa veya diğer vahşi hayvanların yoğun olarak yaşadığı mağaralarda maden aranmaması gerektiği, vahşi hayvan pazarlarının ve marketlerinin kapatılmasını, vahşi hayvan tüccarlığının ve avcılığının terk edilmesini salık veriyordu. Ve yine her defasında; hayvanlarda insan sağlığını riske atacak binlerce virüsün olduğunu ve gerekli önlemlerin alınması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. –Bu noktadaki diğer önemli bir husus ise; endüstriyel çiftliklerin küresel salgınlara nasıl da zemin hazırladıkları gerçeğidir. En basitinden günlük olarak tükettiğimiz et, büyük bir çoğunlukla genetik olarak tek tip, bağışıklık yetmezliği olan ve düzenli olarak ilaç verilen, on binlercesi tesislere veya kafeslere tıkılan hayvanlardan geliyor. Yoğun bir şekilde et tüketen bir toplum olduğumuz gerçeğini de göz önüne alacak olursak, en çok da bu yüzden bağışıklık sistemimizin ne kadar güçlü olduğu da ayrı bir muamma- Her şeyin olağanüstü hızla küreselleştiği, insanların ve hayvanların bu kadar içiçe yaşadığı bir dünyada hastalıkların yerel kalması umulamazdı zaten. Sadece Shi değil, Eco Health Birliği –ki bu kar gütmeyen bir araştırma organizasyonuydu- Başkanı Peter Daszak, Singapur’daki Duke NUS Tıp Fakültesi Bulaşıcı Hastalıklar Program Direktörü Linfa Wang, Chapel Hill’deki North Carolina Üniversitesi’nde Virolog olan Ralp Baric ve bu alanda uluslararası saygınlık ve yetkinlik kazanmış onlarca kişi ve kuruluş hep aynı tehlikeye işaret etmişti: “Küresel Salgınlar”. Ve hepsi de bu alanda yeteri kadar yatırım yapılmadığından ve devletlerin gerekli tedbirleri almadığından şikayet ediyordu. Çok eski tarihlere gitmeye gerek yok. Microsoft’un kurucusu Bill Gates 2015 yılında Batı Afrika’yı sarsan ebola ile ilgili konuşmasında; önümüzdeki on yılda eğer bir şey on milyondan fazla insanın hayatına son verecekse bunun bir savaştan çok, hızla yayılan bir virüsten kaynaklanacağını söylemişti. O da salgın hastalıkları durdurmak için yapılan yatırımların çok az olduğundan yakınmıştı. -Aynı Bill Gates’in koronavirüs aşısı için de 2021’in eylül ayını işaret etmesi ve salgın hastalıklar ile özellikle bu kadar ilgilenmesi de ayrıca manidar-
Koronadan geriye kalan hadiseler içinde hatırlanacak ve bence önemli olaylardan biri de; Çin’in en prestijli edebiyat ödüllerinden birinin de sahibi olan 64 yaşındaki Fang Fang’ın yazmış olduğu ‘Vuhan Günlükleri”. Yazar günlüklerinde çoğunlukla karantinadaki günleri ve kentteki ortamı anlatıyor. Ancak bazı metinlerde, Pekin yönetiminin siyaseten hassas bulabileceği eleştiriler de yapıyor; kalabalık hastanelerin hasta geri çevirmesinden, maske bulunamamasından ve akrabalarının ölümlerinden söz ediyor. Bir metinde, şu ifadeleri kullanıyor: “Doktor bir arkadaşım bana dedi ki; biz doktorlar hastalığın insandan insana geçtiğinin aslında epey bir süredir farkındayız. Bunu üstlerimize rapor ettik ama kimse halkı uyarmadı.” Fang Fang’ın günlükleri Amerikan yayınevi HarperCollins tarafından İngilizce olarak yayımlanacak ve Fang bu yüzden zor günler geçiriyor. Çin’in sosyal medyası Weibo’dan Fang’a sözlü saldırılar yapıldı, “Çin’i Amerika’ya kaça sattığı” soruldu. Bu ve benzeri birçok hakarete maruz kalan Fang, ölüm tehditleri aldığını ve ev adresinin internette paylaşıldığını açıkladı. Vs… Burada asıl önemli olan günlüklerin içindeki bilgiler. Malum, Çin’in gerçek vaka sayısı ve ölüm rakamlarını şeffaf bir şekilde yayınlamadığı şeklindeki yorumlar ve kuşkular devam etmekte. Ve eğer Çin hakkında davalar açılırsa, acaba günlüklerde Çin’i zora sokacak bilgiler var mı? Öyle sanıyorum ki, İngilizce olarak yayınlandığında hepimiz, hep beraber öğrenmiş olacağız.
İster doğal afet olsun, ister laboratuvarda üretilmiş biyolojik bir silah, bu virüs, insafsızca yaşanmış küresel çaptaki bir zulüm dünyasının meyvesidir ve ne bundan öte, ne de bundan başka bir şey de değildir! Öyle ki insanoğlu olmak için yaratıldığı bütün cevherlere sırtını dönmüştü. Bireysel menfaatlerin, anne-baba-kardeş dahil bütün toplumsal paylaşımı ve merhameti yok ettiği bir dünyada, iyimser olmanın veya bunun sürdürülebilir olduğunu iddia etmenin gerçekte hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Öte yandan bu virüs aynı zamanda ibret vericidir, ıslah edicidir, idrak edebilene. Ki insanoğlu camilerden, kiliselerden, bütün kutsal mabetlerden ve hatta Kabe’den bile kovulmuşken, baba oğuldan, ana can paresinden, kardeş kardeşten kaçıyorken… Bu mahşer değil de neydi.
İşin özüne dönecek olursak; gerçekte olan şu; devletlerin, hatta sistemlerin bile bir ömrü var. Her şey değişmeye ve dönüşmeye mahkum. Mevcut sistemin insana ve insanlığa yaşattığı felaketler ve doğaya verdiği tahribat herkesin malumu. Zira “şirkin bile devam edebileceği ama zulmün devam edemeyeceği” en sevgili şefaatçi tarafından kesin bir dille bildirilmişti.
Yine ironi yapacak olursak; film ne kadar devam eder ve nasıl biter bilinmez ama film her nasıl biterse bitsin, filmin sonunda bütün seyirciler dünyayı kurtaracak yegane ve kalıcı çıkış yolunun insanı insan yapan değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmaktan geçtiğini hiç bir kuşkuya yer bırakmaksızın, her defasında yine ve yeniden anlayacaklar.
Sabırla kalın. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.