klımı, kalbimi sıkıştıran, Sezen Aksu'nun söylediği 'boğulma' hissini tüm bedenime yayan bir şey bu.

“Hatırlayanlar, bilenler vardır. Doğu’da ve Güneydoğu’da araştırmalar yapan sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun kendini Boğaziçi Köprüsü’nden atarak intihar ettiğinde bıraktığı not: ‘Annem, babam, kardeşim. Beni affedin, çok acı var. Dayanamıyorum.’

(…)

Biz boğuladuralım, ülkenin doğusu yangın yeri; insanlar ölüyor. Şehirler, köyler, sokaklar, okullar, hastaneler; dahası evler, ocaklar yerle yeksan... Orada çok acayip şeyler oluyor. Öğrendiğimizde taşıyamayıp bir köprüden atlayacağımız kadar korkunç şeyler mi yaşanıyor? Ve biz gerçek bilgilere ne kadar ulaşabiliyoruz?

Sur, Dargeçit, Nusaybin, Silopi, Cizre’de doktor izinleri kaldırılıyor, hastanelere özel hazırlık önlemleri almaları söyleniyor, polis, asker sevkıyatının artırıldığı haberleri geliyor bölgeden, öğretmenler il ve ilçelerden uzaklaştırılıyor. Neden? Ne oluyor? Neler olacak? Neye hazırlanmamız gerekiyor?”

Sezen Aksu’nun Cumhuriyet gazetesine yazdığı dünkü yazının bir bölümüdür bu. İçtenlikle ve büyük bir tedirginlikle soruyor: Ne oluyor Kürt illerinde?

Dilim döndüğünce cevap vermek isterim. Sezen Aksu’nun şahsında duyan duysun diye.

**

28 Şubat 2015’te hükümet, devlet yetkilileri ve HDP’nin İmralı’ya giden heyetiyle kameraların karşısına geçipÖcalan’ın çözüm sürecini son aşamaya geçirecek, PKK’nin silahları bırakma kongresini toplaması önerisini içeren mektubunu okuduktan sonra…

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu görüntüyü beğenmediğini, söz verilen adımların atılamayacağını, Kürt sorunu diye bir şeyin kalmadığını açıkladı.

Devlet ve HDP’li heyet bir daha yanyana gelmedi. Bir daha İmralı’ya gidilemedi. Söz konusu adımlar atılamadı.

7 Haziran seçimlerinin ardından PKK de devlet de seçim sonuçlarını yanlış yorumladı. Ateşkes sona erdi, IŞİD’e yapılacağı söylenen operasyonlar aslında Kuzey Irak’taki PKK noktalarına yapıldı. Şiddet hem devletin politikaları hem de PKK’nin gençlik kolu YDG-H’ın eylemleriyle şehirlere indi.

Erdoğan hem kendisinin hem de devletin yıllar yılı afilli ‘çözüm’ cümlelerinin arasına saklanan asıl amacını açıkladı:Terörü minimize etmek. 2007’de de söylemişti, Temmuz 2015’te operasyonlar yeniden başladığında da söyledi. ‘Kürt sorununun’ çözümü ‘terörü minimize’ etmek demekti.

‘Terör’ bitmezdi çünkü bu ‘hikaye’ Kabil ve Habil’inkine benziyordu. Kıyamete kadar sürecekti.

Evet bunların hepsini işittik.

**

Bugün, şimdi, ne oluyor?

Kürtlerin yaşadığı şehirlerde kazılmış hendeklerin, dikilmiş barikatların, arasında ellerinde silahla gençler var. Okulları terk eden öğretmenler var. Acil tayinlerinin isteyen doktorlar var. Valizleriyle başka il ve ilçelerde yaşayan akrabalarına misafir olmak zorunda kalan halk var.

Bir tek hayat yok, anlayacağınız. 

Ha bir de biz yokuz. Türkiye’nin batısı… Türkiye’nin batısının ruhu yok.

Gezi’de Kürtler neredeydi diyenler…

Kürtler AKP ile anlaştı, ülkenin batısında demokrasi yok ama onların umurunda değil diyenler…

Yıllar yılı Kürtlerin ne yaşadığını bilememişiz, İstanbul’da Ankara’da böyle davranan polis kimbilir onlara neler yaptı diyenler…

Yok.

Bu ‘yoklukta’ tabii devlet de 40 yıldır bildiği ve hiç işe yaramayan yöntemlerine geri döndü: Bir bölgeye gir, orayı boğ, ‘temizle’ ve ilerle.

Sur’a gir, sıkıyönetim ilan et, çatış, ‘temizle’, ilerle. Cizre’ye gir, sıkıyönetim ilan et, çatış, ‘temizle’, ilerle.

Kürt sorunu dediğimiz şey, hani tabuların kalktığı herşeyin konuşulabildiği o şey, böyle çözülmez.

Herşeyden önce orada düşman yok. Bir ülkenin öfkeli, bıkkın ve yalnız yurttaşları var.

Devlet yurttaşlarını ‘temizlemez.’

Temizleyeceğini sandığı her an 40 yıllık sorunu olabilecek en kötü seviyeye çıkartmış olur.

**

Hal böyleyken… Sezen Aksu’nun dediği gibi ‘çok acayip şeyler’ oluyor oralarda.

Bir kez daha devlet tarafından ‘aldatıldığını’, ‘çözüm’ ile oyalandığını, ‘ateşkesin hiç tutulmayacak sözlerle satın alındığını’, gözden çıkarıldığını, yalnız kaldığını, istenmediğini düşünen bu halk devlete kızdığı kadar Türkiye’nin geri kalanına da kızıyor.

Evet, PKK’ye, ergenliklerinin sınır tanımaz öfkesiyle yakıp yıkan YDG-H’lı gençlere de kızıyor ama sanmayın ki bu kızgınlık onları devlete yahut Türkiye’ye yaklaştırıyor.

Böyle düşünenler varsa, ki hükümet ve avanesi içinde yaygın bir şekilde mevcut, çok yanılıyorlar.

Bu derin ve hesaplı yanılgıyla PKK’nin yapıp ettiklerini sıralayıp iki sene önce aynı masaya oturmanın güzelliklerinden bahsettiği kişileri şimdi şeytanlaştırıyor. Dezenformasyonla, mübalağ ile.

**

Halbuki bu ne mantık…

Siz o sözleri, o yazıları, o manşetleri kime atıyorsunuz? Kim okuyacak sizin ‘PKK zulmü’ haberlerinizi? Acayip şeylerin yaşandığı bölgelerdeki Kürtler mi? Onlar sizden mi öğrenecek zulmü? Ha?

Hayır siz o yazıları devletiniz için, oy tabanınız için yazıyorsunuz.

Ve işte bu o kopuşu hızlandırıyor.

Kürtlerin yalnızlık hissini derinleştiriyor.

Bölgedeki bir kaynağım şöyle dedi: “Sen hep öfkeli gençlerden bahsediyorsun. Bugün yaşlılarımız daha öfkeli aslında. Devlete güvenmeyecektik. Artık ortak bir geleceğimiz yok diyorlar. Anlıyor musun.”

Benim asla anlamak istemeyeceğim bir şey bu.

Aklımı, kalbimi sıkıştıran, Sezen Aksu’nun söylediği ‘boğulma’ hissini tüm bedenime yayan bir şey.

Hayır, bizim geleceğimiz ortak. Hem de her zamankinden daha güçlü bir şekilde. Ortağız acıda da, umutta da.

**

Bir kez daha tüm vatandaşlar olarak, yegane muhattabımız olan devletten talep edeceğiz. Vakit geldi, geçiyor.

Kürt sorunu bir terörü minimize etme sorunu değildir.

Kürt sorunu Kürt illerinde sokağa çıkma yasağı ilan ederek çözülmez.

Kürt sorunu Kürtlerin sandıkta seçtiği liderlere saldırarak çözülmez.

Masaya oturun. Masaya oturun. Masaya oturun.

Konuşun. Müzakere edin. Müzakere sistematiğini kurun, denetleyecek bir sivil uluslararası organizasyonu sürece dahil edin.

Savaşmayın. Konuşun.

Onurlu bir gelecek için acil bir U dönüşüne ihtiyacımız var.