‘’‘’ … Sisyphos’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, durmadan itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde ....’’Homeros’’*
Nuri Bilge Ceylan’nın dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivalinde yaptığı ‘’Ahlat Ağacı’’ adlı filminin baş karakteri olan Sinan’ın durumunu yukarıdaki yazının bağlamında değerlendirmek gerekir. Her zamanki gibi Bilge’nin imzası niteliğinde olan çok uzun planlar… Diyalogların çok uzun olması karakterlerin iç dünyalarını yansıtmayı zorlaştırıyor. Bu da jest ve mimiklerle verilmek istenilen duyguyu engeller. ( Bireyin iç dünyasını yansıtan Meksikalı yönetmenin ’’Paramparça Aşklar Köpekler’’ ve İranlı yönetmenin ‘’Bira Ayrılık’’ filmleri izlenebilir ).Filmdeki karakterler senaryoya uygun hale getirilmesi yerine, sanki senaryo karakterlere uygun hale getirilmiş. İdris’in yani babanın çoğu sahnedeki ani gülmeleri bunu yansıtıyor. Kış mevsimindeki sahne çekimleri adeta bir kartpostaldan çıkmış gibiler. Daha önceki filmlerinden farklı olarak bu filminde havadan çekim tekniğimden de faydalanmıştır. İçinde yem balaylarının olduğu pikabın karlı bir günde yoldaki üsten çekimi, Polonyalı iki yönetmenin birlikte çektiği ‘’İz’’ filmini çağrıştırıyor. Filmde dikkat çeken, ani sahne geçişlerinin olması konuya odaklanmamızı engelliyor. Epizotlar da sanki bu engellemeye destek oluyor. Aile arasındaki iletişimin kopukluğu ilk sahnelerdeki diyaloglarda kendini gösterir. Film, Sinan’ın kendisini, ailesini ve çevresini sorgulamasını konu alır. Belki de Sinan’ın kendi kimliğini bulma çabası da diyebiliriz. (Bireyin kendi yolunu bulma konusunda ABD’li yönetmenin ‘’Barry’’ filmi izlenebilir). Anne, kadın olarak toplumsal kimlik anlamında pasifleştirilmiştir. Sadece fedakâr bir varlık olarak ailede varlığını sürdürür. Kuşaklar arası çatışma, Sinan’ın okuyan, araştıran ve sorgulayan edebiyat tutkunu yönü sayesinde daha da belirginleşir. ‘’Ahlat Ağacı’’ adlı kitabını bastırmak için belediye başkanından ve sahafta karşılaştığı yazardan destek alamaması, en sonunda kum satan bir insandan bırak desek almasını, Sinan’a ders vermesi bile bir taşra aydınının toplumdaki çaresizliğini ortaya çıkarmaya yetiyor. Sinan’ın köye dönüşünde onu çağıran Hatice’nin yanına gitmesi, aşkla ilgili konuşmaları, Hatice’nin ışıklı caddelerle ilgili hayalleri, evleneceği halde Sinan’la öpüşmesi, ahlakla ilgili düşüncelerimizi yeniden tartışmaya açar. Sinan belki de sevgi adına ilk deneyimidir. Yönetmen yeni kuşağı ciddi bir şekilde eleştirir. Sinan’ın babası(İdris) taşrada sınıf öğretmeni olup aynı zamanda kumar bağımlısı... Kumar, öyle kanına işlemiş ki Sinan’ın gireceği sınav parasını bile kumar uğruna çalar . Sinan her fırsatta babasını eleştirir. Annesine; nasıl babamla kaçtın, sorusunu yönelttiğinde, annesi: ‘’Bir kez daha dünyaya gelsem yine onu seçerdim. ’diye cevaplar. Sinan’ın babasını kuyuda asılı olarak hayal etmesinin altına yatan şey her ne kadar Freud’un Oedipus kompleksi olarak algılansa da asıl kıskaçlığı onu içten, böylesine saf bir sevgi ve tutkuyla seven bir kadının olmayışıdır. Sinan’ın Babasından nefret etmesinin nedeni babasının kumar oynaması değil, aslında insanın en büyük zaaflarından biri olan nefret ettiği varlığa bilinçaltında hayranlık duymasıdır. Yani hayranlık duyduğu için nefret etmektedir. Sinan kendisini, çevresine ve ailesine kanıtlamak uğruna, babasının en kıymetli varlığı olan köpeğini bile satar. O parayla ‘’Ahlat ağacı ‘’adlı kitabı bastırır. Bu kadar felsefi diyalogların olduğu bir filmde Machialelli’nin sözünü de hatırlamak gerek : ‘‘Amaca giden her araç meşrudur. ’sözü tam da bu eylemde ete ve kemiğe bürünür. İnsan kendine şu soruyu yöneltmeden de edemiyor: Sinan’ın kitabını bastırmak için babasının köpeğini satması mı daha etik ya da babasının kumar uğruna onun sınav parsını çalması mı? Annesinin Sinan’a, babanın köpeği kaybolduğunda ne kadar üzüldüğünü ve üzülme nedenin de bu dünyada onu suçlamayan tek varlığın köpeği olduğunu söylemesi, bireyin bazen kalabalığın içinde bile ne kadar yalnız olduğunu gözler önüne serer. Öğretmen atamalarıyla ilgili haberlerin olduğu sahnede yeni atanmış bir öğretmenin ‘’Mardin’e atandığım için ağlamıyorum. ‘’ demesi, ötekileştirme dilinin varıldığı azda olsa bizlere kendisini hissettirir. (Biz ve Ötekinin arasındaki durumu anlatan Lübnanlı yönetmenin ‘’Hakaret’’ adlı filmi izlenebilir.) Köy imamı olan Veysel’in elma ağacındaki elmaları izinsiz toplaması ve düğünlerde altın takıp, borcu olan iki tane altını ödememesi dinin sekülerleştiğinin gösterir. Söylem ve eylemin bireyin inancıyla tam örtüşmediğini diyebiliriz. Sinan köy imamı Veysel ve arkadaşıyla köye dönerken yoldaki felsefi diyaloglar, Rus yönetmen Tarkovsk’nin ‘ ‘İz Sürücü’’ filmini hatırlatmaktadır. Sinan’ın karşı olduğu taşra hayatına geri dönmesi, kendisini ve dünyayı değiştirmek isteyen gençlerimize var olan durumu kabullenmek zorundasınız gibi bir izlenim verir bu da bize sonunuz Sisifos’unkinden farklı olmaz gibi bir duygunun içine sürükler. İzlemenizi tavsiye ederim.
Kaynaklar
*CİCİOĞLU, Beste Gizem, ‘’Sisifos Söyleyeni ve Albert Camus’a Sığınmak ‘’.GazeteBilkent,2017