O zamanlar henüz otuzlu yaşlarımın başındaydım. Her zaman yaptığım rutin işlerimi kafamda bir sıraya koyup yatağımın başucunda duran sürahiden bir bardak su içtikten sonra üzerime gömleğimi geçirdim. Kahvaltı yapmak istememiştim o sabah. Biraz uykulu biraz isteksizce yola koyuldum.
Sabah işe giden memurlar ile okula geç kalan tembel öğrencilerin doldurduğu dolmuşta kendime yer bulmanın sevinciyle başımı cama yaslayıp dışarıdaki hayatı seyre daldım.
Sık sık durup yeniden yoluna devam eden dolmuşta yaşlı bir amca yanıma oturdu.
- Selamün aleyküm yeğenim.
- Aleyküm selam amca.
- İşe mi evladım?
- Evet amca, işe gidiyorum.
Doğrusu bu tarz yolculuklarda biriyle sohbet etmek gibi bir alışkanlığım hiç yoktu. Ama amcanın ısrarla bana bir şeyler anlatmak istemesi ve beni sohbete ortak etme çabası karşısında sanırım yelkenlerimi suya indirmiştim. Amca anlatmaya devam etti.
- Adım Mustafa benim. Tam kırk yılımı verdim Orman Dairesi'ne. Odacıydım orada. Ali Bey vardı, bizim şef olur. İşte onun odacılığını yaptım. Rahmetli oldu geçen sene. Karısı bile benim onu tanıdığım kadar tanımazdı. Bir bana anlatırdı sırlarını. Kime borcu var, kimden alacağı var " Ölürsem sen bil hesabımı kitabımı Mustafa Efendi" der dururdu. Toprağı bol olsun.
- Amin.
- İyiydi rahmetli, her şeyiyle adam gibi adamdı. Ama gözü açık gitti.
- Neden ki?
- Neden olacak? Oğlunu aradı tam yirmi beş yıl. Tüm malını, mülkünü bu iş için harcadı. Çok bilirim " Ah Mustafa Efendi! Bugün de oğlumu rüyamda gördüm. Biliyorum, bana ihtiyacı var, acaba şimdi nerelerde? Bulabilecek miyim, sağ mıdır?" dediğini.
O zamanlar Ali Bey, şef olmamış. Maddi durumu iyi değil. Ne iş olsa yapıyor. Orman Dairesi'ne işe giriyor. İlk karısı bir oğlan çocuğuna hamile. Kadının günahı boynuna ama benim anladığım gözü dışarıda. Güzel giyineyim, şunu da yiyelim, şurayı da gezelim diyen biri. Neyse efendim benim, bu kadın bu çocuğu doğuruyor. Çocuk daha üç dört yaşındayken kadın zengin birine çocukla beraber kaçıyor.Ali Bey de o gün bugün kendi çocuğunu arayıp duruyor. Gözü açık gitti rahmetlinin. İyiydi iyi....
Doğrusu amcanın anlattığı hikâye dikkatimi çekmişti. Fakat iş yerime bir durak kalmıştı. Amcaya " Allah mekanını cennet eylesin" deyip konuyu kapatmak isterken Mustafa Amca yeniden anlatmaya başladı.
- Adı Serkan'mış.
- Anlamadım amca!
- Çocuğun diyorum, çocuğun adı Serkan'mış.
İsmi duyunca yerime çakılı kalmıştım. İneceğim durağı çoktan unutmuştum. O an iş de dahil hiçbir şey umurumda değildi. Sadece Mustafa Amca'nın Ali Bey hakkında anlattığı hikayenin devamını duymak istiyordum.
- Amca, başka kimi kimsesi yok muymuş bu Ali Bey'in?
- Olmaz mı evladım. Tüm akrabaları ya köyünde ya da burada. İstanbul'da.
- Nasıl biriydi bu Ali Bey amca? Sende hiç resmi falan var mı?
- Olmaz mı evlat, var elbet. Ama benim aklım zamane telefonlarına ermiyor. Bu telefon öyle fotoğraf çekenlerden değil. Evde dairede çekildiğimiz bir sürü fotoğraf var. Kırk yılımı verdim ben oraya. Her gün sabah sekiz akşam beş. Ama ben bildiğin odacılardan değildim. İşimi iyi yapardım. Hatta bir keresinde kimsenin akıl edemediği şeyi ben akıl etmiştim.
Mustafa Amca'nın konuyu kapatıp kendini anlatmaya başlamasına müsade etmeden söze bu sefer ben girdim:
- Mustafa Amca, bu Ali Bey nereliymiş?
- Hayırdır evlat, pek bir merak ettin.
Aslı Ordulu. Orda evlenmiş zaten. Sonra İstanbul'a gelmiş. Gerisini anlattım zaten.
- Amca eve mi gidiyorsun sen?
- Hee, niye ki?
- Ben de seninle gelsem, dairedeki fotoğrafları göstersen olur mu?
- Olur, olur tabiki ama sen neden bu kadar merak ettin?
- Hiç...Hiç amca...Öylesine...
- Tamam, dur yengeni arayayım çay koysun. O, misafirleri çok sever. Bekle biraz, Hah .. çalıyor. Alo, alo Saniye, çay koy ocağa bir misafirimiz var.Tamam tamam alırım, hadi kapatıyorum ben, dolmuştayım.
Konuşmasının üzerinden yaklaşık 10 dakika geçmişti. Bu arada ben de iş yerimi arayıp rahatsız olduğumu ve biraz gecikeceğim yalanını uydurdum. Bu süre içerisinde Mustafa Amca bana evinde beslediği kuşu ve torunlarını anlattı. Ama ne yalan söyleyeyim benim aklımda Ali Bey vardı.
- Hadi kalk bakalım evlat, tut elimden inmeme yardım et, burda ineceğiz.
- Tamam amca.
Yola revan olduk. İndiğimiz yerden yokuşa doğru yürümeye başladık. Mustafa Amca her gün bu yokuşu tek başına nasıl yürüyor diye içimden geçirdim. Mustafa Amca koluma girmişti. Aldığı nefes bazen kesiliyor bazen de adımlarını yavaşlatıyordu. Onun yorulduğunu fark edip:
- İstersen şu kaldırımda biraz duralım, dedim. Başını olur dercesine sallayıp iki eliyle kollarımdan yardım alarak kaldırıma çöküverdi. Nefesleri hızlanmıştı. Yandaki mahalle bakkalına gidip iki su aldım. Mustafa Amca sudan iki yudum içtikten sonra "hadi" dedi.
Çok geçmeden evine gelmiştik. Evi bahçeliydi. Yeşil demir kapılı, içinde daha çok çam ve elma ağaçlarının olduğu bir bahçeydi burası. Kapının ziline iki kez bastıktan sonra temiz yüzlü, hafif kamburu çıkmış, tipik Orta Anadolu kadını sayılabilecek, tatlı bir teyze kapıyı açtı.
- Ooo! Hoş geldiniz, hoş geldiniz! Unuttun değil mi yine? Ben sana daha biraz önce demedim mi unutma diye? Ah, bu adam beni öldürecek!
- Aklım başımda mı benim. Alırım daha, Allah'ın günü torbaya mı girdi sanki? Neyse neyse... Bak misafirimiz var. Şu içeri bir girelim de...
- Gelin tâbi, hoş geldin oğlum. Sen bu adamın kusuruna bakma. Girin, hadi girin içeri.
Önceden hazırlanmış terlikleri giyerek beni şaşırtmayan bir salona davet edildim. Mevsim kış değildi ama odanın bir köşesindeki soba sökülmemiş, odayı kısmen daraltmıştı.
- Çayımız hazır oğlum, karnın nasıl, aç mısın?
- Sağ olun teyzeciğim, gerek yok. Kahvaltı yaptım ben.
İlk kez tanıdığım bu insanların misafirperverliği şahaneydi fakat aç olmama rağmen ayıp olmasın diyerek bu teklifi reddettim. Mustafa Amca vakit kaybetmeden bir ayakkabı kutusunun içinde fotoğraflarla beraber geldi.
- Al bakalım evlat, merak ettiğin tüm fotoğraflar burada. İstersen baştan başlayalım. Bak, bu benim askerlik fotoğrafım. Topçuydum ben. Çorlu'da yaptım hem de iki yıl. Nasıl da çakı gibi duruyorum değil mi?
Mustafa Amca başlamıştı yine kendini anlatmaya. Fotoğraflara hızlıca bakıyor, bir an önce görmeyi arzu ettiğim fotoğrafları arıyordum kutunun içinde.Mustafa Amca elime vurup " Sırayla bakalım." dedi.
- Bak bu da benim rahmetli kardeşim, o da Çorlu'da yapmış askerliğini. İki yetimini bırakıp gitti bizlere. Erken gitti erken... Ah kardeşim, nurlarda yatsın.Hah.. Bak işte! Bu da bizim daire. Tâbi şimdi böyle değil, bu resim en az 30 yıllık. Bu da benim gibi Odacı İsmet. Antepliydi. Emekli olduktan sonra hiç görüşmedik. Sağ mıdır acaba?
- Oğlum, bir bardak daha çay doldurdum sana, afiyet olsun.
- Sağ olasın teyzem, zahmet oldu.
- Afiyet olsun.
- Hah! Bak bu da Ali Bey!
Teyzenin henüz biraz önce verdiği çay bardağı Ali Bey'in fotoğrafını görünce elimden adeta yağ olup kaydı ve üstüme o sıcak bardak şelale olup döküldü.
- İyi misin evladım? Yandın mı?
- İyi değilim amca.
- Hanım! Peçete getir, bu sakar oğlan üstüne döktü çayı.
- Geldim, geldim...
- Mustafa Amca, bu Ali Bey'in başka fotoğrafları da var mı?
- Olması lazım. Hah burda işte. Bu da onun şef olmadan önceki hâli. Ben arkalardayım ama o zaman birbirimizi bilmezdik. Burda da var. Bak nasıl da yakışıklıymış.
Ense kökümden kuyruk sokumuma doğru buz gibi tek damla terin aktığını hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Sırtımdan bir damla akan ter, sanki gözyaşlarımı da esir etmiş olacak ki gözümden hiç yaş akmamıştı. Artık bir şeylerden emindim. Mustafa Amca'ya fırsat vermeden cüzdanımı çıkarıp söze başladım.
- Amca, şimdi sana bir resim göstereceğim. Lütfen korktuğum cevabı bana verme.
Şaşırmıştı. Cüzdanımdan fotoğrafı çıkarıp
- Sence bu fotoğraftaki kişi Ali Bey mi? dedim.
- Bu rahmetlinin ta kendisi. İyi de bu fotoğrafın sende ne işi var? Sen kimsin oğlum? Adın ne senin?
- Serkan amca. Serkan Çalışkan.
- Serkan Çalışkan... Ali Çalışkan... Allah'ım sen ne büyüksün. Sen o Serkan'sın...
Bu sefer Mustafa Amca'nın yaşlı kalbi dayanamamıştı.Saniye! diye yüksek sesle bağırdığını hatırlıyorum.
Karşımda kocaman dağ gibi duran adam küçülmüş küçülmüş ufacık kalmıştı. Boynuma atladı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
- Saniye, Saniye bu oğlan Ali Bey'in aradığı Serkan'mış. Allah'ım! Serkan buymuş.
- Amca... Amca... Beni Ali Bey'in mezarına götürür müsün?
- Kalk evlat, kalk! Yeter beklediği babanın. Kalk gidelim yanına...
....
- Babamı hayal meyal hatırlıyordum. Annem beni alıp da senin dediği gibi zengin birine kaçtığında ben henüz üç yaşındaydım. Annemin aniden ölümü belki ona istediği hayatı ona yaşatmadı ama işin doğrusu beni de kahretti. 13 yıl çocuk esirgeme yurdunda kaldıktan sonra şehir dışında kazandığım bir üniversite yaşamım olmuştu. Artık tek başıma kendi ayaklarımın üzerindeydim. Çok kereler inşaatların içinde sabahladım. Aç uyudum, gücün uyandım... Sonra... Sonra Allah yardım etti bana. Devlet memuru oldum. Bu sabaha kadar ben babamı öldü biliyordum. Seni de karşıma Allah çıkarmış olacak.. Böyle işte...
...
O günden sonra Mustafa Amca'ya iki yıl kadar "Baba"dedim. Vefasız çocukları vardı ama ben büyük bir şans eseri dolmuşun içinde tanıdığım birine artık baba diyordum. Çoğu kereler birlikte vakit geçiriyorduk. Saniye Anne'yle beraber temizlik yapıyor, onların ev ihtiyaçlarını görüyordum. Onlara yaşlılıklarında adeta yeni doğmuş bir bebek olmuştum. Hep birlikte Ali Bey'in mezarını yaptırdık. Defalarca içimden " Baba ben geldim" dedikçe Mustafa Babam da göz yaşlarıyla dualarıma ortak oluyordu. Yaşlı kalbi artık hayatın yoğun trafiğine katlanamaz olmuştu. Daha önce kalbine takılan stentler miyadını doldurmuş olacak; doktorlar farklı tedaviler önerir olmuştu. Kendisi ise böyle bir tedaviyi kabul etmiyordu. Çok geçmeden onu da kaybetmiştim. Bugünse namazı kılınacak. Tıpkı Ali Bey gibi o da bana bana babalık yapmadan beni bırakıp gitti....