Bir Eylül akşamının serinliğinde yola revan oluyorum. Van’ın eşrafından Ruşenoğulları lakabıyla maruf Sadettin Özok beyle şehir tarihi kültürü hatıraları üzerine bir söyleşi yapmak için. Her memleketin tarihinde memleketin yüzünü ağartan şahsiyetler vardır. Bir zamanlar bu şehrin sokakları efendiliği ile cemiyet vekârı ile temiz yüzlü insanlarla doluymuş. Bu zarif adamlar; temiz, terbiyeli insanlar, şehre ayrı güzellik verirmiş. Bu şehirde yaşayan bütün halkın davranışlarının güzel, terbiyeli ve makbul olması için o halkın seneler boyunca hatta asırlar boyunca işlenmiş eski ve büyük bir medeniyetin evladı olması gerekir. Bir şehrin medeni terbiyesinin yaşam ve tavırlara sinmesi için ihtimal ki herhangi yabancı bir kuvvet tarafından bozulmadan medeni terbiye içinde kişilikleri şekillenmiş olmalı.

Sadettin Özok bir asra yaklaşan yaşıyla sâkin ve sabırlı tane tane konuşan üslubuyla tam bir devr-i kadim beyefendisi. Taşranın bu kadar uzak bir şehrinde yetişebileceğine inanılmayacak kadar kibar, terbiyeli, ince bir adam.  Ruşenoğulları lakabıyla ad olunan bu insan kâmil olgun bir zat. Sadettin bey asırlık yaşına yaklaşan olgunluğuyla bu zerâfetin bu âseletin son şahitlerinden biri.  Onun mütebessim vakârında incelmiş bir tevazu ve doğallık vardı. O tevazu ile tabiiliğin gayet ölçülü bir biçimde mecz olmuş temiz yüzlü mütebbesim bir ifadesi.

Bu tür insanları hürmetkâr bir alakayla dinlemeyi onlarla sohbet etmeyi her zaman ganimet bilmişimdir. Bu türden sohbetler dinlemesini bilenler için kültürel olarak toplumsal olarak zengin ve ufuk açıcı bilgilerle doludur. Çünkü şehir tarihini anlamak bir tür zihinsel arkeoloji yaparak nüansları kaçırmamaktan geçer. Bir şehrin cemiyet hayatını kültür ve irfanını sağlam bir şekilde kavramanın yolu şehrin geçmişine tanıklık etmiş insanların sohbetine dahil olmaktan geçer. Eşraf muhitinden olan bu zat yaşına rağmen berrak zihniyle sakin ve sabırlı tane tane konuşan üslubuyla her olayı yerli yerinde hatırlıyor. O dünya görmüş şehir medeniyet terbiyesinin ve zerafetinin son şahitlerinden biri.

Şimdilerde olduğu gibi şehirdeki sonradan görmüşlerin sahte köksüz görgüsüzlerin taklide çalışsalar da böyle bir rahatlıkla ve doğallıkla efendilik edemezler. Bu tür insanlar azamet satmadan azametli, kibarlık taslamadan kibar, yumuşaklık içinde sert, hülasa eski refah ve görgüyü yeni yaşamın icaplarına uydurmuş nadir şahsiyetlerden biri. Bizde yaygın ve yanlış anlaşıldığı gibi demokrasi temizin kirliye mahkum olması demek değildir. Demokrasi akıllının aptala ram olması demek de değildir. Toplumsal yaşam içinde ruhsuz görgüsüz ahlaksız ihtiraslarının eğretiliğini gördükçe bu medeniyetin neleri yitirdiğini daha iyi anlıyoruz…

Röportaj:

Efendim bu akşam Van’ın eşraf ailelerinden Van’da Ruşenoğulları lakabıyla maruf Sadettin Özok beyefendiyle şehir kültürü, şehir geleneği ve irfanı üzerine bir sohbet gerçekleştireceğiz. Öncelikle bu görüşmeye ev sahipliği yaptığı için başta Ufuk hanım’a çok teşekkür ediyoruz. Sadettin beyin Van’a gelmesini fırsat bilerek bu imkanı ve zemini bize sunduğu için Murat Tuncer Beyefendi’ye   hususen teşekkür ederiz.

Bir şehrin kültürüne irfanına geçmişine içerden tanık olan eski tabirle Van’ın sekene-i aslîsi (asli sakinlerinden biri olan Cumhuriyetin ikinci kuşak şehir eşrafı esnafı aynı zamanda aydın’ı olarak niteleyebileceğimiz Tıbbiyede eğitim görmüş daha sonra İstanbul’da diş hekimliği tahsilini ikmal etmiş Cumhuriyet’in ikinci kuşak diş hekimlerinden biri olan çok değerli bir insanla mülaki olacağız. Aynı zamanda bu geleneğin bir devamı olarak damadı Murat Tuncer beyde diş hekimi olarak bu mesleği Van’da sürdürmektedir. Murat beyde Van’ın irfanında mârifinde eğiminde toplumsal hafızada şehrin hafızasında yer etmiş olan rahmetli Cumhuriyet’in birinci kuşak öğretmenlerinden olan Kerim Tuncer bey’in oğlu olarak kendisini de bu sohbete dahil etmekten tarihe bir katkı sunmuş olacağız.

Bu sohbet esasında “Şehir, hafıza ve hatıra” başlıklı bir projenin sözlü tarih ayağının bir başlangıcı olarak da nitelenebilir. Şehrin çok önemli dönemlerine tanıklık eden kişilerin hatıratını kayıt altına almak esasında şehrin tarihi ve kültürüyle ilgili bilgilerin ölümün ve unutulmanın elinden kurtarmak anlamına da gelmektedir. Bu mülakat ve kayıtlar Siyaset bilimi alanında sürdürülmekte olan “Cumhuriyet’in Taşra Elitleri Van Örneği” başlıklı tezin amprik verilerini oluşturması bakımından da son derece önem taşımaktadır.

Bu girizgahtan sonra Sadettin Özok beyefendi gerek Van’ın kültür tarihinde Van da Üniversitenin kurulmasında bizzat ve bilfiil emeği olan. 1968 yılında rahmetli Tayyar Dabbaoğlu başkanlığında kurulan Van’da Üniversite Kurma ve Yaşatma derneğinin kuruluşundan başlayarak her aşamasında Dr. Özçelik Okayer ile birlikte bizzat ve bilfiil rol almış katkı sunmuş bir insandır. Bugün kendisiyle mülaki olmaktan ben de çok mesut ve bahtiyar olduğumu hususen ifade etmek istiyorum.

 

S.E: Sadettin Bey öncelikle mülakata geçmeden önce kendi ailenizin geçmişiyle ilgili bize bilgi verebilir misiniz?

 

S. Özok: Kendi ailem Ruşenbeyoğulları’ndandır. Dedem Ruşen Bey Konya Karaman’dan Karamanının Osmanlılar tarafından alınmasıyla Van’a Van kalesine sürülmüştür. Van’ın kuruluşu da Van kalesindedir. Evlerde Van kalesindeymiş. Murat’ın oğlu Ozan’da bununla ilgilendi o da bana aynı şeyi ifade etti. Sürgün meselesi var. Bu beyler Karaman beyleri Osmanlı tarafından alınınca bu beyler İmparatorluğun çeşitli bölgelerine gönderilmişler. Bunun devamıyız. Ruşen beyin dört tane oğlu var. Biri benim dedemdir. İsmi Hacı İbrahim Bey birisi Olcay Hanım var. Gevher Altaylı beyin eşi biri onun babasıdır. Biri Şükrü Kaya var birisi de onun dedesidir. Rızvanoğulları’nın da dayısıdır. Onların dedesidir. Birisi de Demir Çelik onlar Van’da kalmamışlar. Türk Sanat Musikisi sanatçısı var Melihat Gülses’in dedesidir. Dört tane bunlar.  Bunlar gelmişler işte benim dedemin de yedi tane evladı var. Beş tanesi erkek iki tanesi hanımdır. Bunlardan benim babam en büyükleridir. Çocukların içinde en büyükleridir. Benim babam Ömer Lütfi Özok inhisarda satış amiridir. Şimdiki tekel yani orda satış amiriydi. Satış amirliğinden Van’dan Erciş’e gitmiş ben Erciş’te doğmuşum fakat nüfusa beni kayd edememişler ordan Bitlis’e tayin çıkmış benim doğum yerim Bitlis olarak kayda geçmişti.

Akın Dinçer'den HEDEP’li seçmenlerle ilgili dikkat çeken açıklama! Akın Dinçer'den HEDEP’li seçmenlerle ilgili dikkat çeken açıklama!

S.E: Rahmetli babanızın tahsili ne düzeydeydi?

S. Özok: İdadi ne ise?

S.E:  Mekteb-i idadi lise demek, rüştiye şimdinin orta okuluna tekabül ediyor. Nerde tahsilini Van’da mı görmüş babanız?

S.Özok: Van’da görmüş fakat burada pek kalmadık buradan Erciş’e Erciş’ten Bitlis’e benim yedi kardeşimin her biri başka bir vilayette doğmuş. Babam bir süre Yüksekova’da görev yapmış. Babamın Bitlis’ten Erzincan’a tayini çıkmış. Erzincan’da benim çocukluğum orda başlıyor beş altı yaşında iken Erzincan depremine yakalanmışız.

S.E: 1939 depremi mi?

S.Özok: Evet

S.E: Sizin tevellütünüz kaç?

S.Özok:1934

Şimdi ordaki durumu size anlatayım:

S.E: Hatırlıyor musunuz o depremi

S.Ö: Evet gayet iyi hatırlıyorum. Şimdi babam orda Babam Erzincanda İnhisar satış amiriydi. Bir baş müdür ve diğer memurlar vardı. Bir bahçenin içinde dört daire vardı. İkisi altta ikisi üste toprak ev vardı. Üstekinin bir tanesinde biz kalıyorduk. Merdivenleri tahtaydı. Tahta merdivenlerden çıkardık. Bahçede bir bileme makinesi vardı. O makine bozulmuş oraya atmışlardı. Biz çocuklar benim yaşımdaki çocuklar. Ev sahibinin oğlu dahil gittik onun başına toplandık. Birimiz çeviriyorduk öteki çocuklar parmağını koyuyorlardı. Ben çevirirken ev sahibinin oğlunun parmağı kesildi. Ev sahibinin halkı bizi öyle ettiler ki çocuklar benim abilerim ablalarım okula gidemez olduk. Bize küfürler camımızı kırdılar taş attılar. Çocuğum altı beş ya da altı yaşındayım henüz.

S.E: Bu deprem senesi mi?

S. Özok: Deprem olacak….

KÜÇÜK BİR ŞERRİN BÜYÜK HAYRA VESİLE OLMASI: 1939 ERZİNCAN DEPREMİNDEN BÜTÜN AİLENİN SAĞ KURTULMASI

 

S.Özok: Ondan sonra bir sıkıntıdayken rahmetli babam gelip Saadet dedi biz artık bu evde oturumayız dedi. Bizi taşıttı tek katlı bir eve. Evin döşemeleri de kapı boyunca sıralanmıştı. Biz o evden taşınıp bu yeni eve taşındıktan on gün sonra 1939 Erzincan depremi oldu. Depremde Erzincan’da sağ kalan kimse kalmadı. Bizin evin döşemeleri kapıya doğru sıralandığı için bir duvarımız yıkıldı. Hepimiz sağ kurtulduk. Hepimiz dışarıya çıktık. Ondan sonra gidip bir duvarın dibinde durup karın içinde bekliyoruz. Birisi dedi ki “aptallar herkes sizin gibi böyle aptal olsaydı “Gidip duvarın dibinde beklerlerdi ordan hemen çekilin!!” dedi. Bizde ordan ayrılıp geldik düz yere. Ben çocuktum en küçük bacım da içeride kalmış. Onu sallancakta sallıyor annem gece ağlayınca sallancakta sallıyor. Biri gidip evin içinden küçük bacımızı da kurtardı. Biz hepimiz kurtulduk. Ondan sonra karın içinde beklerken bir askeri araba geldi. Bir askeri cemse geldi. Arabadan indi ben bilmiyorum. O asker Yüzbaşı Enver babamın teyzesi oğluymuş. Bunlar üç kardeş: Biri Enver ikincisi Niyazi bir de mimar olan kardeşleri vardı. Şimdi ben o şeyi unuttum bizim çıktığımız o ev vardı o evden de kimse sağ kurtulamadı. Yani bir kedi bile kurtulamadı. Yani bizim çıkmamız o parmağın kesilmesi bizim ailemizin sağ kalmasını sağladı. Biz o parmağı kesmeseydik o evden çıkmayacak biz de ölecektik. Hepisi öldü ordan bir kişi bile kurtulamadı.

 

S.E: Saddetin beyin sözünü ettiği deprem Türkiyenin deprem tarihinde en yıkıcı depremiydi. Erzincan’ın o yıllarda Cumhuriyetin Şimindifer politikası 1930 Ankara–Sivas hattı oradan Erzincan Diyarbakır Çetinkaya hattı. Fakat o yıllarda Cumhuriyetin münakale (ulaşım) imkanı çok zayıftı. O yıllar ikinci Dünya Savaşının başlangıç yılları Hitlerin Polonya’yı işgaliyle birlikte dünya düzeninde kaosun yaşandığı yıllardır. Sadettin beyin çocukluk yılları Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonradır. 1939 Erzincan depreminde İnönü de daha sonra Erzincan’a gidecektir. Ulusal basında Türkiye’nin siyasi tarihinde Sadettin beyin ifade ettiği şeylerle örtüşmekte. Yoksulluk yılları Türkiye Savaşa girecek mi girmeyecek mi bir tehlike var. Türkiye’nin karşısında sanayisini tamamlamış savunma sanayisi çok güçlü olan Almanya ve İngiltere gibi büyük güçler var. Bu yıllar Türkiye açısından hakikaten çok zor yıllar. O zor yılların koşulları içinde Sadettin beyin babasının tayiniyle birlikte Kayseri’den Van’a avdet edecekler.

S.E: Erzincan’da size yardım eden babanızın teyzesi oğlu Enver Yüzbaşı’nın soyadını hatırlıyor musunuz?

S:Özok: Soyadaları neydi?

Soyadları şimdi aklıma gelmiyor işte. Bunların babaları ölüyor. Üç kardeşi anneleri alıp Bursa’ya götürüyor. Bunlar Bursa’da çalışıyor okutuyor. İkisi askeri okulda tahsil görüyor biri de mimarlık okuyor. Bu Yüzbaşı Enver babamın teyzesi oğlu. Bir de askeri okulda amcam vardı okuyordu öğrenciydi. Onun öldüğünü haber verdiler. Erzincan Askeri okulunda öğrenciyken amcam askeri lisede depremde ölüyor. Babamın ağladığını ben gördüm.  O lisede bütün öğrenciler ölüyor. Tabii subaylar evlerinde oldukları için pek çoğu kurtuluyor. Depremde askeri okulda bütün talebeler ölüyor. Benim amcam Necati de orda ölüyor.

S.E: Erzincan Askeri Lisesi’ndeyken ölen amcan babanın küçük kardeşi miydi?

S.Özok: Evet küçük kardeşiydi. Necati! Necati! onun ismine de Necati isminde hoca var. Cahit’in oğlu oğullarına sorsan belki de benim dediğim Enver yüzbaşının soyadını bilir. Tabii onun ismidir. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Necati var onun ismini Necati hocaya vermişler.

S.Özok: Neyi anlatıyordum?

S.E: 1939 Depremini anlatıyordunuz ordan devam edelim.

S.Özok: Biz ordan çıktık geldik o zaman yüzbaşı olan Enver paşa yüzbaşı Enver babamın teyzesi oğlu. O bizi Keyseri’ye gönderdi. Kayseri’de bizi birkaç gün misafir etti. Cenazeleri köpekler parçalıyordu. Devlet denen hiçbir şey yoktu ne jandarma vardı ne polis vardı ne de soran vardı. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Ordan çok az insan kurtuldu orda. Belki kırk bin nüfusun belki beş bin kişisi ancak kurtuldu. Ben kırk bin diyorum çevre ve köylerle birlikte. Hemen hemen kalan yoktu bizim gözümüzün önünde köpekler aç kalan köpekler cesetleri parçalıyordu. Kayseri’ye gittik. Kayseride babam yine memuriyetine devam ediyor. Gene Talas caddesi denilen bir caddede yine iki katlı bir ev buldu bize. Biz orda böyle yaşarken babamın yiğeni Muzaffer Tekbudak Annemin yiğeni Fikri Sarımurat Van’da lise olmadığı için Liseyi okumak için bizim yanımıza geldiler.

S.E: Muzaffer Tekbudak 1952 de Amasya postane müdürlüğü yapan kişi mi?

Babamın ağladığını ben gördüm. Evet o geldi bize annemin yiğeni Fikri Sarımuratoğlu  o da müdürlük yaptı.

S.Ebinç : Fikri Sarımurat 1925 de Van Müftüsü Ömer Sarımurat’lardan mı?

S.Özok: Evet  müftü efendisin akrabası benim anne tarafım. İkisi gelip Kayseri’de bize geldiler lise eğitimi için. O vakitler Van’da Lise yoktu.

İkinci cihan harbi yılları kıtlık yılları. Biz yedi kardeş iki de anne baba iki de onlar on bir kişi yaşıyoruz. Kıtlık yılları ekmeği karneyle alıyorlar. Nüfus cüzdanına damga basıyorlar. Bu yokluk yılları içinde karnelerini almışlardı bu iki misafir. Birinin yedi zayıfı var, ötekinin sekiz mi altı mı? Şimdi bunlar karnelerini getirdiler. Babam da akşam geldi bunlara sitem etti. Dedi ki benim odacımın oğlu iftiharla geçmiş siz bu kadar zayıf getirmişsiniz çok üzüldü. Siz benim misafirlerimizsin ben nasıl konuşacam ne diyeyeceğim annenize babanıza ne cevap vereceğim.? Muzaffer abi dedi ki dayı dedi “Biz tatlı mı yiyoruz kafamız çalışsın? Baktım bir iki gün sonra babam merdivenlerden bir teneke çıkardı. Babam dedi ki Saadet dedi bu koyu pekmez bıçakla kesilen pekmezdir. Dedi ki sen bu pekmezden bizim çocukları vermeyeceksin. O kıtlık yıllarında bir çay kaşığı pekmez vermedi. (Burası çok önemli) Bizim misafirlerimiz bunu yiyecek. Vallahi billahi bizi kıtlık yıllarında o pekmezi misafirler yesin diye annem bir kaşık pekmez o açlıkta yiyemedik vermedi annem. Bu iki misafirimiz ikinci karnelerini alıp getirdiler. Pekmezi yedikten sonra zayıfları bir kat daha artmış. Demek ki keramet pekmezde değilmiş. (Gülmeler…)

Babamda o vakit bu pekmezi alırken Browning tabancasını vermiş. Bu tabancayı vermiş bir teneke pekmez almış yeğenlerine. Bunlar tatlı yesinler diye. Babam yeğenlerinin bu durumuna çok alınmıştı. Biz tatlı mı yiyoruz açız. Ondan sonra biraz durumlar düzeldi. Annem bir tencerede Şile pişirmişti. Şile nedir?  Bulgur sulu bulgur. Biz hepimiz yerde oturduk kaşıkladık, kaşıkladık, kaşıkladık yedik bitiremedik. Tencerenin dibinde şöyle bir iki santim kalmıştı her kes doyup sofradan kalktı. O kıtlık yıllarında ekmek mekmek yok. Şile bulgur yedik. Bu Müzeffer abi babamın yiğeni Muzaffer Tekbudak bana dedi ki sen bu şu şileyi bitir sana bir gazoz içireceğim. Ben bir gazoz için o tok karnımla o şileyi bitirdim. Beni aldı götürdü bak hiç unutmuyorum. Elimi tutup götürdü bir büfeye bir gazoz açtı. Bana dedi ki bak gazozu bir derpte içeceksin bir derpte içmezsen elinden gazozu alırım. Ben de bir derpde bu gazozu kafaya çekip bitirdim. Ondan sonra bu ikisi de sınıfta kaldı. İkisi geri döndüler ondan sonra tayinimiz çıktı biz Van’a geldik.

(Yarın Devam Edecek)