Sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen, 14. yüzyıl büyük düşünürü İbn-i Haldun’un şu sıralar da dillere pelesenk olan bir sözü var:

“Coğrafya kaderdir!”

Son dönemlerde yaşanan her büyük acıdan sonar aynı sözü duyar olduk.

Duymakla kalmayıp hak verir olduk.

İbn-i Haldun haklıydı.

Yaşadığımız coğrafya, yaşamımızın her noktasına kadar sirayet ediyor. Buna ‘karakter’ de dahil ‘idare edilme’ biçimi de…

Bir şey ile değil ‘çok’ şey ile ilintili bir söz bu.

Bu ‘coğrafi’ yaşam alanı kadar, ‘politik’ bir coğrafi sınıra da işarettir.

Gelişmişliğiniz…

Ne kadar gelişeceğiniz…

Ne kazanacağınız, neleri kazanamayacağınız…

Hakkınız, hukukunuz…

Ve daha birçok şey bu ‘coğrafya’ ile sınırlanır…

***

İsveç, Norveç, Danimarka gibi ‘refah’ düzeyinin ‘aşırı’ yüksek olduğu coğrafyalarda yaşamıyoruz.

Kişi başına düşen milli gelirin de kişi başına düşen ‘mutluluk’ oranının da her anlamda zirve yaptığı bir coğrafyada değiliz.

Haliyle bu ülkeler, bu ülkelerin şehirlerinde yaşayan insanlar gibi gündemsizlikten, başka bir şehre, ülkeye dağ hediye edip etmemeyi tartışan meclislerimiz, yöneticilerimiz yok.

Çetin bir coğrafyanın çocuklarıyız.

Etrafımızdaki ülkeler, şehirler de bizden farklı bir kadere sahip değil.

Neredeyse hepsiyle benzer acıları yaşıyoruz yüzyıllardır.

Çünkü kader bu coğrafyada öyle büyük bir alana yayılan ağlar ördü ki, ölümlerimiz, gözyaşlarımız, acılarımız hiç birbirinden ayrılmadı.

***

Bu coğrafyada yaşayan herkes geçen yüzyıllarda depremler, seller, fırtınalar, çığlar ve daha nice doğal afetler yaşadı.

Bu coğrafyada çok dramatik ölümler yaşandı.

Neredeyse her on yılda bir meydana gelen afetler yüzlerce, binlerce canın yitirilmesine sebep oldu…

Kaza ve kadere inanmış insanlarız, bu afetlerin Allah’ın takdiri ile olması noktasında bir gaflete düşmüyoruz.

 “Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara, 2/266)

Bu ve bunun gibi Allah’ın yazdığı afetlere dair sayısız kanıt olduğunu biliyoruz.

Lakin!..

2020 yılında biz yaşanan tüm afetlerden sonra “Kaderdir” denilip yaşanan afetlerin sebebi ve sonucu noktasında yapılan ‘yanlış’ değerlendirmeler noktasında bazı yanlışlar yapıyoruz.

Sebebini tartışmak haddimiz değil!
Ama…

Sonuçları noktasında yanlışımız var.

Ortada bir afet varsa bu afetle de mücadele etme vazifemiz olduğu noktasını unutuyoruz.

Yanlış yapıyoruz, yazık ediyoruz, canlardan oluyoruz.

***

Afet varsa, tedbir de vardır.

Kutsal kitapta nasıl ki afetlere dair ayetler varsa tedbirler noktasında da önemli izahatları ardır. Savaşta, meydanda, günlük hayatta bir ‘tedbir’ gerçeği de gün gibi önümüzdedir.

Öyle ise eğer biz inanan insanlar isek sadece belli noktalar üzerinde takılıp kalmayacağız, “Bir afetti başımıza geldi, napalım?” deyip geçmeyeceğiz.

Tedbirimizi alacağız, ‘emanet’ olarak nitelendirilen canımızı da korumayı bileceğiz.

Ama nasıl?

Hele ki bu coğrafya da…

Bahçesaray’daki afetin yarası henüz sımsıcak.

41 can gitti. Halen bölgedeki olumsuz hava şartlarından dolayı kar altında olan insan/insanlar var. İlk çığda hayatını kaybedenler, hemen sonraki gün de onları kurtarmak için seferber olanlar şehit oldular.

Askerler…

Arama kurtarma ekipleri…

Köylüler…

41 kişi adeta bir karabasan gibi üzerlerine çöken karla birlikte canlarından oldular. Artlarında acılı aileler, ağıtlar, feryatlar, figanlar bıraktılar.

***

Bahçesaray’daki afet olağanüstü, doğaüstü bir afet değil.

Bu coğrafyanın şartlarında olması çok muhtemel bir afet. Haliyle bu çığ felaketi Allah’ın Lut Kavmi’ni cezalandırmak için göklerden azap yağdırması gibi bir durum değil. Ya da Ebabil kuşlarının Kabe’yi yıkmak için yola çıkan Ebrehe ve kalabalık fil ordusunu gagalarıyla taşıdıkları taşları atarak yenen kuşların yarattığı bilim kurgu cinsinden bir felaket de değil.

Bunlar olağanüstü afetler.

Ama Bahçesaray’da bu afetlerin olağanlığı yıllardan beri fıkralara, esprilere bile konu olacak noktaya gelmiş durumda.

“9 ay boyunca Allah’a, 3 ay boyunca Van’a bağlı olduğu” söylemine güldük durduk.

Ama bu acı kadere gülmekten başka yaptığımız tek şey bunca yıl boyunca sadece tek bir ‘Karapet Tüneli’ yapmak oldu.

Yeterli miydi?

Değildi elbette. Karadeniz’de, Ege’de, bölgenin nüfusu ile, yoğunluğu ile orantılandığınızda neredeyse kişi başına bir tünelin düştüğü bölgelerde çetin coğrafyaya karşı müthiş işler yapılırken bizde Karapet’ten öteye geçilmedi.

Geçen günkü çığ felaketinin meydana geldi Van-Bahçesaray yolunun 33’üncü kilometresindeki o güzergaha geldiğinizde çocukların bile “Burada hep çığ olur” dediğiniz bilmemize rağmen, “Burada çığ olur dikkat edin” demekten öteye geçemedik.

***

Dünyada bizlerden daha büyük afetler yaşayıp afetle mücadele ve mücadele edemeyince de bunu kabul etme noktasında daha ‘iyi’ duruş sergileyen ülkeler, şehirler var!

Yakın zamanlardan bir örnek vereyim.

“Japonya'da Afet İmar Bakanı, başkent Tokyo ve çevresi yerine Tohoku bölgesinde (Kuzeydoğu Bölgesi) yaşanmasının ‘daha iyi olduğuna’ ilişkin sözlerinin tepki çekmesi üzerine istifasını sundu.”

Bakan nüfus yoğunluğunun daha az olduğu bir yerde olmasının can kaybını azalttığını ima etmesine rağmen istifa etti. Yaptığı ‘saygısızlığı’ açık yüreklilik ile kabul etti.

Geçtiğimiz yıllarda da yaşanan tüm felaketlerde bu ülkelerde bu işten sorumlu olduğunu düşünen birçok isim “Sebebi benim” dedi ve bıraktı.

Biz istifaları, yaşananları üstlenmeyi geçtik.

“Bir afet yaşandı, sebebi buydu, bu sebebi ortadan kaldıralım” denilen ve bu anlamda ortaya bir irade konan kaç örneğimiz var elimizde?

Bu Bahçesaray yollarındaki kaçıncı felaket?

Bu Bahçesaray, Çatak bölgelerinde yaşanan kaçında can kaybı?

Hesap eden var mı?

Yok…

Ama bu kültür oluşmalı. Bu coğrafyada canlar artık bu kadar ucuz olmamalı. Ölümler, “Oldu ve bitti” deyip geçirilmemeli… Hesap verme, tedbir alma bu coğrafyanın ve yaşayanların öncelikleri arasında olmalı.

Merakla bekliyoruz. Bakalım Bahçesaray’daki felaketten sonra gerçekten makul bir şeyler söyleyen olacak mı? Bu facialar için somut adımlar atılacak mı? Bu afetten ders alınacak mı?

***

Yazının başında atıfta bulunduğum İbn-i Haldun haksız değil.

Coğrafya kaderdir.

Bu coğrafyada yaşayan insanlar sadece afetlerle burun buruna değil…

Bölgeler arası gelişmişlikte, eğitimde, sağlıkta, üretimde, sanayide, okumada, iyi bir hayat yaşamaya dair ne varsa hep ‘dezavantajlı’ bir bölgenin sakinleri olduk.

Bize coğrafyanın kader olduğunu söyleyen İbn-i Haldun, “Şehirlerin ruhu vardır, insanlar şehrin ruhuyla şekillenirler diyor.” Şeklinde bir tespiti ile de bilinir.

Bu noktada da haklı.

Ve bizim ruhumuza işledi artık.

Ruhumuzda ‘umutsuzluk’ var. Ruhumuzda ‘kaybetmek’ var. Ruhumuzda ‘acı, var’ göz yaşı var. Hem ruhumuza hem şehrimizin ruhuna işleyen bu kayıplar daha çok kaybı çekiyor.

Gittikçe dibe batıyor, daha çok kaybediyor, daha çok göz yaşı döküyoruz.

Yetmez mi?

Bu kadar acı, bu kadar göz yaşı yeterli değil mi?

Daha ne zamana kadar bu umutsuzluk ile hareket edeceğiz.

Bizim de artık bu coğrafyadan kaderi kovup bu coğrafyanın kaderinde iyi şeyler de olduğunu görmemiz gerekmiyor mu?

Bu coğrafyanın kaderinde sadece ‘keder’ olmadığını hepimiz biliyoruz.

Yeter bu kadar ‘keder’!