Yatağını Bulan Nehir

Abone Ol

Yatağını Bulan Nehir, Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Başdanışmanı Dr.Cemil Ertem Hoca tarafından kaleme alınan ve 2014 yılında Selis Kitaplar tarafından yayımlanan ekonomi-politik alanında yazılmış bir kitaptır. Hocanın akıcı bir üslupla yazdığı ve okuyucuya yakın dönem iktisat tarihinin ekonomi politiğini gözler önüne seren bu eserini  anlatmaya çalışacağım.

  • Kitabın ilk bölümü ‘ Türkiye’nin Yeni Yolunun Satır Başları ’nda iktisat ve siyaset bilimi ile ilgilenen herkesin faydalanabileceği açıklayıcı ve aydınlatıcı pek çok doyurucu bilgiler bulunmaktadır. Özellikle kitabın ilk bölümünün son kısmında yer alan ‘Sömürgeleşme Hareketleri’ adeta bir iktisat tarihi okumaları yapmaktadır. Dr. Mehmet Hakan Sağlam’ın makalesi tam haliyle verilerek okuyuculara günümüz iktisadi ve sosyal olaylarını kavrayabilmeleri için iktisadi süreçlerin bugüne kadar geçirdiği değişim anlatılmaktadır. İktisat tarihine giriş kısmını andıran kitabın ilk bölümü böylelikle okuyuculara günümüzdeki değişimlerin ve kapitalizmin geldiği noktanın anlaşılması açısından bir farkındalık oluşturmuştur. İnsanların güncel olanı bilmek ve onunla ilgilenmek gibi temel bir dürtüleri olsa dahi iktisadi ve sosyal olayların geçmişten günümüze geçirdiği dönüşümleri bilmeden güncel olanı değerlendirmek havanda su dövmek gibi beyhude bir çaba olur. Bu bakımdan kitabın ilk bölümündeki anlatılar ve ardından gelen ikinci bölüm ‘2001 Krizi ve Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ direkt güncel olan üçüncü bölümdeki komplonun yani vurgulanan temel tezin anlaşılması ve meselenin yerli yerine oturmasını sağlamak gibi bir işlevi görmektedir.
  • Kitabın ilk bölümünde iktisadi büyüme modellerinin anlatımı akıcı bir dille yapılmış ve burada ülkemiz için de uygun olacağı düşünülerek Barro’nun ‘içsel büyüme ‘ teorisine katkısı Basit İçsel Büyüme Modellerinde Kamu Harcamasına işaret edilmiştir.’’  Barro, kamunun verimli alanlara yatırım yapmasının ve bir üretim faktörü olarak teknolojinin yeniden üretiminde öncülük etmesi, beşeri sermayeyi öne çıkartacak eğitim ve Ar-Ge alanlarına yönelmesi, paradoksal olarak devletçi değil, tam aksine piyasacı ve piyasa düzenlemesini öne çıkaran yeni bir büyüme anlayışını bize anlatır. Bu anlayışın önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yeni ekonomi-politikalarında öne çıkacağının söylüyoruz. ‘’ ( sayfa 93 )

Kitapta bu tarz bir büyüme modelinin neden ülkemiz için daha uygun olacağını ve hali hazırda uygulanmış, çok başarılı neticeler vermiş somut bir örnekle izahı yapılıyor. Güney Kore örneği…Yani teknolojiyi geliştirme, yeniden yapılandırma ve bir üst basamağa sıçrayarak ilerleme söz konusudur. Kitapta Barro’nun büyüme modeli genelleştirilmiyor bu modeli konjonktürü açıklayıcı bir model olarak ele alıyor ve Güney Kore örneği ile de somutlaştırıyor.

  • Kitabın üçüncü bölümü olan ‘Türkiye Tarihinin En Büyük Komplosu’ nda ise son iki-üç yıldır ülkemizde yaşanan bazı toplumsal ve siyasal olayların arka planı deşifre edilmeye çalışılmıştır. Şimdi alıntılayacağımız kısım da bu durum şöyle ifade edilmiştir : ‘’ O halde şu tezi bu kitabın temel tezlerinden birisi olarak söyleyebiliriz; Mısır Darbesi, Gezi Ayaklanması, 17-25 Aralık ve İsrail’in Gazze saldırısı… Bu adımlar, Washington ve Londra merkezli Siyonist Neo-Con ittifakının, Almaya gibi bu krizde sıkışmış ve tıpkı İkinci Dünya Savaşı öncesi olduğu gibi, enerji ve Pazar alanlarına erişme gayreti olan merkez Avrupa ülkelerini yanına alarak geliştirdiği yeni bir krizden çıkış ve kriz sonrası hegemonya stratejisidir. Bunun için Mısır’da Amerikancı ordu kullanılarak darbe yapılmış, Türkiye’de ise, ulusalcı ‘sol’ örgütler ve daha sonra devlet içinde yapılanmış Gülen Örgütlenmesi devreye sokulmuştur. ‘’ (sayfa 282 )         
  • Kitabın ana omurgası Erdoğan ekonomisi diye nitelendiriliyor ve bunun da temelinin 2008 yılında itibaren başladığını söylüyor. Yani 2002-2008 arasının ayrı bir dönem 2008 sonrasının ise özellikle IMF ile olan son borcunda ödenmesinden itibaren başlayan süreci ise Erdoğan Ekonomisi diye adlandırıyor. Kitapta da sık sık değinildiği üzere yeni dönemde Türkiye’nin ve özellikle de ekonomiyi yöneten kadroların ve hükümetin vereceği karar burada devreye giriyor. Bir tarafta 2008 yılına kadar olan dönemin savunucuları ki bu tarafın savunucuları çoğunlukta diğer tarafta ise Erdoğan’ın öncülüğünde yeni bir modeli savunanlar. Bu noktada iktidar partisi içinde tam bir ittifak olduğunu söylemek için henüz erken …
  • Kitapta kökeni aslında 1971 yılında doların altına olan bağımlılığını kaldırarak Bretton-Woods sistemine son verilmesine dayandırılan 2008 krizinin öyle genel-geçer bir durum olmadığı iddia edilenin aksine ardında büyük bir dip dalga getirdiğini ve bu krizin esas muhatabının da gelişmiş ülkeler diye bilinen Batı Bloku ülkeler olduğu iddiasıdır.                                                                                        

Kitapta da sık sık belirtildiği üzere bu çok yerinde bir tespittir. Dünya üretim merkezlerinin, arz merkezlerinin Doğu’ya kayması, teknolojinin hızla yayılan bir unsura dönüşmesi ve her ülkenin artık bu teknolojiye ulaşabilmesi, Enerji merkezleri ve Dünya Enerji Kaynaklarının Doğudan çıkacak olan yollarla Batıya taşınacak olması, kapalı ekonomik modelde yağmacı bir finans kapitalle sarmalanmış Ulus Devletlerin yerini artık yeni oluşumlara ve modellere bırakması gibi kitapta da vurgulanan bu ve benzeri sebeplerden ötürü 2008 Krizi Batının yıllardan beri devam ettirdiği sisteminin krizidir.  

 

Kitabın dördüncü bölümü çıkış önerileri sunmaktadır. Bunu yaparken aynı zamanda problemli durumları da ortaya koymaktadır. Örneğin; özelleştirme konusu…

 

"Türkiye’de özelleştirme devletçi yağma ekonomisinin devamı olarak gündeme gelmiş ve bu çerçevede uygulanmıştır. Oysa dünyada, özelleştirme uygulamaları tam anlamıyla, devletçi ekonomiden çıkışın başlangıcı olarak gündeme oturmuştur. Türkiye’de özelleştirme bir mülkiyet sorunu olarak görülmüştür. Bu sorunu ulusalcı sol kesim ‘devlet mülkiyeti iyidir, özel mülkiyet kötüdür’, yerleşik noe-liberal zihniyet ise ‘devlet mülkiyeti kötü, özel mülkiyet iyi’ sığlığı çerçevesinde ele almış ve sığlıktan Türkiye zarar görmüştür ki, bunun en somut örneği Türk Telekom özelleştirmesidir.’* (sayfa 385 )

 

Özelleştirme konusunda kitaptaki öneri şudur : Sabit getirili yapıların yani önümüzdeki yıllar içerisinde gelirlerin azalmayacağı aksine artarak devam edeceği bilinen kamu yapılarının ‘şirket yönetimi devri’ şeklinde özelleştirilmesinin yanlış olduğu aksine bu tarz sabit getirili yapıların (örneğin, köprü ve otoyollar gibi…) özelleştirilmesinde halka arz metodunun seçilmesi ve yönetiminin ise yine devlet eliyle yapılmasının daha rasyonel ve iktisadi açıdan da anti-tekel oluşumunu engelleyeceğinden dolayı daha doğru bir model olacağını vurgulanmıştır. Özelleştirme konusunda olması gerekeni özetlersek kitapta yer aldığı şekliyle ‘’Önemli olan kamunun(devletin değil)çıkarıdır ve kamu tekelleri özel tekele devredilemez. Bunlar ancak halka arz edilip kamu yararına işletilebilir. Aslında bu bakış, yeni neo-liberal politikaların dışında bir ekonomi yoludur da‘’(sayfa391)‘’ Türkiye’nin hem sınırları hem de bölgesel ve küresel olarak, yeni bir ekonomiyi enerji gibi stratejik alanlardan başlayarak inşa ettiği ve anti-tekel rekabetçi bir piyasanın ortaya çıktığı süreçte, siz enerji ile ilgili bir toplu iğneyi bile bu süreç bitmeden özelleştiremezsiniz. İkincisi, bu süreç bitse ve doğru fiyatlama yapacak olsanız bile, bu kadar önem kazanmış ve stratejik varlıkları ancak yönetimi kamuda olmak üzere, doğrudan halka arz yöntemiyle özelleştirmeniz lazımdır.’’ ( sayfa 397 )Türkiye’deki özelleştirme uygulamaları için temel bir çerçeve belirlenmesi ihtiyacı vardır ve bu noktadaki temel kıstasta hususta şu olmalıdır; özelleştirmelerde kamu çıkarı esas alınmalı. Bu noktada yapılması gereken, doğrudan halka arz yöntemi ile özellikle karlı, stratejik kamu varlıklarının yönetiminin kamuda kalmasını sağlamak ve bu yolla hem gelir elde etmek hem de bu gelirin kamu tarafında sürekliliğini sağlamaktır. Özellikle enerji, şeker gibi tarım işletmeleri ve kamu bankaları blok olarak özelleştirilmemelidir.