Yaşamak

Abone Ol

“Aile açlıkla boğuşuyordu. Evin kadını kasabaya gidip akşam geri döndü. Eve gelir gelmez göğsünden bir torba çıkardı: 'Pirinç,' dedi. Eşim, gözyaşları içinde, 'Babam verdi,' dedi. O zamanlar pirinç bulmak zordu ve en az bir ya da iki aydır pirinç yememiştik. Sevincimiz tarif edilemezdi. Oğlum Youqing’e bakmaya giderken, kızım Fengxia’dan annesine yardım etmesini istedim. Youqing göletin kenarında uzanmış, bitkin görünüyordu. 'Hadi eve gel, pirinç çorbası iç,' dedim. 'Pirinç çorbası mı?' diye bağırarak hemen ayağa kalktı.

Eşimin getirdiği pirinci kimsenin duymasını istemiyorduk. Herkes eve girdikten sonra kapıyı kapatıp kilitledim. Eşim pirinci tencereye boşalttı, su ekledi, kızım da ateşi yaktı. Oğluma kapıda nöbet tutmasını söyledim. Su kaynamaya başlayınca ve pirincin kokusu evi sarınca, oğlum tencerenin başına koştu ve 'Mis gibi kokuyor!' dedi. 'Çabuk kapıya git ve nöbet tut!' dedim. Oğlum iki kez daha kokladıktan sonra kapıya döndü. Eşim hafif bir gülümsemeyle, 'Sonunda size düzgün bir yemek yedirebileceğim gibi görünüyor,' dedi.

Çorba hazır olunca dördümüz masaya oturduk ve yedik. Hayatımda hiç bu kadar iştahla yemek yediğimi hatırlamıyorum. Oğlum yemeğini bir çırpıda bitirdi ve derin bir nefes aldı.”

Sanırım o zaman 10 yaşlarındaydım, yani 1970 lerin başı. Eniştem cami imamıydı. Bir gün yaşıt olduğum yeğenlerimle birlikte babalarının camisine, Kur'an kursuna gittik. O zamanlar adına Kur'an kursu değil, 'Hoca' denirdi. 'Oğlunu hocaya gönderdin mi?' ya da 'Hocadan geliyorum' gibi ifadeler kullanılırdı. Sabah camiye gider, akşama kadar orada kalırdık. İlk gün öğleye doğru acıktık. Eniştem öğlen namazını kıldırdıktan sonra fırından çarşı ekmeği alıp getirdi. Sofrayı açtık, ekmekleri bize bölüştürdü ve ortaya bir tabak siyah zeytin koydu.

O zamanlar evlerde bir hafta yetecek kadar ekmek için hamur yoğurulur, fırına gönderilirdi. Fırından yeni çıkan ekmek sıcakken çok lezzetli olurdu, ancak soğuyunca, hele üzerinden bir gün geçtiğinde tazeliğini kaybederdi. Bazı aileler çarşı ekmeğini (pide) ev ekmeğinin içine koyup katık yapardı. Siyah zeytin ise çok lükstü. Sonbaharda yeşil zeytin alınır, tokmakla büyükçe ve yüzeyi pürüzsüz bir taşın üstünde dövülürdü. Böylece yarılan zeytin salamura suyuna yatırılır, bahara kadar yenirdi. Siyah zeytin ise, bugünkü pirzola gibi bir şeydi. Bu yemeğin üzerinden elli küsur yıl geçti, hâlâ tadı damağımda. Hâlâ benim için en lüks kahvaltı sofrası, 4-5 tane zeytin ve sıcak pide ekmeğidir.

Yukarıdaki alıntıyı yaptığım kitabı okurken çocukluğum aklıma geldi. Biz, bu kitapta anlatılanlar kadar büyük bir yokluk çekmedik, ama mahallemizde bu kadar zorluk yaşayanlar vardı. Bu kitap bir roman, ama yazılanlar gerçeğe çok yakın. Kitap, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Çin’de bir köyde yaşananları anlatıyor. Bu kitabı okurken hem gülecek hem ağlayacaksınız, ama bitirdiğinizde pişman olacağınızı sanmıyorum.