Ruhunuzun köşelerinde kalmış eski ramazanların lezzetini bilmem hatırlar mısınız? Bütün bir senenin en güzel ayı olan ramazan bize bir müjde gibi gelirdi. Mayıs güneşi Nisan serinliğini kırmaya başlayınca arkları ve bahçeyi kaplayan sarı kır papatyaları ışıl ışıl olurdu. Çayır çimenler aydınlık yeşile bürününce ramazanda bahçeli ev bir huzur bucağına dönüşürdü. Baharın taze nefesini hissettiğimiz günlerdeyiz. Şimdi dört bir yanımız çimen çiçektir. On bir ayın sultanı geldi! Ramazan geldi! Bahar geldi! İnsanın ömründe güzelliklerine doyulmamış zamanlar vardır. Benim için çocukluğun bahara denk gelen ramazanları o doyulmamış güzelliklerden biridir işte. Ramazan hatıraları birazda yaşadığımız şehre ait zihnimizin köşelerinde kalmış eski müşterek lezzetler demektir.
Gözlerimi kapayıp için için, tatlı tatlı düşünüyorum. Çocukluğumun en hoş, en şahsiyetli hatıraları zihnimde birer birer canlanıyor. Yüreğim mazinin yâdıyla şimdi inliyor. Akşam üzerleri sokağı dolduran çörek otu, pide kokusunu duyuyorum. Zaten pide kokusu duyulmayan bir sokak ruhunu ve özel havasını kaybetmiş demektir.
Geçmişin ramazanlarını düşününce çocukluğumun en hususi hatıraları zihnimde birer birer canlanıyor. Zihnimin donmuş bahçelerinde bu faziletli, mağfiretli ve mübarek ayın senenin bütün aylarını sırasıyla dolanarak bütün mevsimleri çiçeklendirip otuz üç senede bir devri alem yaparak yine bahara eriştiği zamanlardayız çok şükür.
Çocukluk ramazanlarını düşündükçe başım bol meyveli bir ağaç dalı gibi önüme sarkıyor. Hep o köyün yamaçlarında kurulmuş babaannemin ramazandaki evini hatırlıyorum. Maviliği iç bayıltan sonsuz sâkin bir göl. Tertemiz bir semâ. Yeşil bir derede gizlenmiş küçük bir camii arkasında beyaz badanalı tertemiz bir ev. Kavak ağaçlarının hâfif hâfif sallandığı yeşil bir akşam. Serin bir ramazan gecesi.. Mağrip vakitlerinde damları yan yana dizilen evlerin şipanalarına dayanarak konuşan ve evin reislerini bekleyen beyaz tülbentli mercan gerdanlıklı kadınlar….
Hayal ruhun gizli kapısıdır. Bana öyle geliyor ki sanki geçmiş asırlardan kalma ruhumuzun içinde kapısı gizlenmiş güzel bir bahçe var. Ve ruhumuz o rüyâ kapılarından o bahçelere doğru yol alıyor. O kapıdan girince yeşilliklerle örtülmüş denizi tepeden gören ferâh fâhur tertemiz o iki katlı evin döşeme tavanlı aydınlık odalarında ufacık ruhum hüzün ile neşe arası acayip bir zevkle dalmış yavaş yavaş dolaşıtığını görür gibi oluyorum. Ses ve rayihâ dalgalarının birinden öbürüne geçerken, benliğimin gittikçe uhrevi bir ses ve râyihâya döndüğünü hafifleştiğini kalbimin yıkandığını yüreğimin uçacak hale geldiğini hissederdim.
Ramazanda babam beni yanına alıp teravihe götürürdü. Biz çocuklar için biteviye (sürekli) yat kalk yirmi rekat namaz ilk on rekattan sonra içimizde kurtlar kaynar yanımızdaki çocuklardan birinin pıt demesiyle gülmeya başlar yaşlı bir ihtiyar ya da yanımızda namaz kılan erişkinlerden biri tarafından çaktırmadan böğrümüze yediğimiz bir dirsek ya da ters bir bakışla biz çocukları uyarırdı. Hele bazı camilerde imam efendi gayretkeşse teravihi hatimle kıldırır çocuklar için saatlerce tahammül etmek çok güç olurdu. Maksurelerde son cemaat yerinde teravihe gelmiş kadınlar camiinin üst katını eni konu mesire yerine döndürür habire imam gürültüyü kesmeleri için kadınları uyarırdı.
Camiiler ramazanda nur deryasına döner geceleri ışıl ışıl olurdu. Çocukluğumuzu dolduran ramazan gecelerinde kulaklarımda çocukluğun o eski ramazan gecelerinden kalma hafızların Kur’an sesleri ışıltılar halinde her tarafı aydınlığa çevirirdi.
Mahşeri bir insan kalabalığıyla lebalep dolmuş camiilerde tiz sesli müezzinlerin sesleri ne kadar heyacanlıydı. Rükudan secdeye varan safların kubbeyi inleten azametli uğultularını duyardım. Aradan kırk beş sene geçtiği halde zikir sesini tatlı ve uhrevi bir uğultu ahengiyle duymaya devam ediyorum. Pek yakınımızda bulunan Camii minarelerinden bahçedeki kuş seslerine karışmış müezzinlerin huşu veren ezanlarını dinleyerek uykuya daldığım sahurları nasıl unutabilirim? Sahur vakitlerinde gözlerime uyku kâfi gelmemiş ne hülyâlarını ne rüyâlarını bitirememiş körpe gözlerin “Kalkmazsan yarın oruç tutamazsın!” tehdidiyle orucun güzelliklerini kaybetmemek için ruhumun bütün kuvvetini toplayarak son gayretiyle kalktığımı nasıl unutabilirim. Hafiziye camiinin tenhâ ikindi saatlerinde dinlediğim mukabeleleri çocukluğumun en aziz hatıralarını nasıl unutabilirim? Şimdi bir mutluluk ürpertisiyle hatırlıyorum. Gece yarısında davullar kerpiç evlerin camlarını zangırdata zangırdata, sokağa bakan odalarda yataktaki çocuklar ağızlar eğri, gözler şaşı yarı uykulu yarı uyanık yataklardan kalkardık. Uykusu ağır olan komşuların penceresine bakılır ışıklar yanmıyorsa sahura kaldırmak için çocuklardan biri gönderilerek kapı pencere çaldırılırdı. Hoşaf, pekmez, peynir bazen kalbur hurması, börek çörek, yumurta, tuzlular susatacak şeyler pek sofraları bırakılmazdı .Ondan sonra doğru musluk başına besmelerle niyet edilir, Döşeklerde uykuya varılır horul horul uyku.
Van’da kadınların ramazanın Perşembe günleri Sofi Babaya ya da Şeyh Abdurrahman Babaya ziyarete gitmeleri ramazan ayının mutat alışkanlıklarından biriydi. Orada dualar okunur Allaha yalvarıp şükrederek bazılarının gözlerinden yaşlar gelerek dualar tamamlanır. Pür hürmet gerisin geriye ziyaretten çıkıldıktan sonra sıra sadaka vermeye gelir etrafı koca karılar kadınlar çocuklar sarar hepsine sadaka verilir hayır duaları alınırdı.
Ramazandan bir hafta önce evde hummalı bir ramazan hazırlığı başlar; Bir hafta süren bu hazırlık esnasında iki katlı kerpiç ev baştan başa temizlenir günlerce tahta merdivenlerin gıcırtıları ve temizliğinin âhengi ve kokusu her tarafı kaplardı. Alt kattaki kilerin serinliğinde duvarda asılı nevale, tel dolaptaki zahireler derli toplu özenle dizilmiş düzen tertip temizliği bal dök yala. Üst katın beyaz badanalı odalarında ışıltılı beyazın ve temizliği kokusu her tarafa sinerdi. Evin her tarafına hafif bir gül suyu ve rayihası yayılırdı. Ramazan temizliği bitip kiler yerleştikten sonra hamam yanardı. Ramazan hamamı bu yirmi dört saat geceli gündüzlü sürer bütün evin halkının hamam faslı bittikten sonra artık başka iş kalmazdı.
Hele kandil gecelerinde hoşluğu bir başka olurdu. Evvelâ bütün ev halkı yıkanır, temiz elbiseler giyerdi. Sonra hanımlar odalarına kapanır, başlarını örter, minderlere diz çöküp edep ve erkan ile Yasin okuyup “Eşhedü” ler “ salavatlarla huşu içinde tesbihe varırlardı
Ramazanda bu evin biz çocukları büyüleyen esrarlı bir yanı vardı. Mayısın sonlarında bağın bütün hudutlarını çevreleyen bergonlardaki çalı yığınları sarı, kırmızı, beyaz gülleriyle hercâi bir renk denizine dönüşürdü. Mayısın sonlarına doğru gül mevsimi erişince mis gibi kokular bağı bahçeyi kaplardı. İkindiye doğru bahçede kurulan ocakta iri bakır tencerelerde pişirilmeye bırakılan yaprak sarmalarının akıllara ziyan veren nefasetteki kokusu bütün bahçeyi kaplardı. İftar vakti yaklaşınca babaannem şilteleri ve çulları ihtiyar badem ağacının altına serer semaveri ateşlerdi. Ramazan ayında bahçelerde oruç açmak pek hoş olurdu. Bağ havasının iştâh açacağı kanaatiyle sofralar bahçeye serilirdi. İftar öncesi kâh toprak testilerde buğulanmış suların serinliği, kâh üst kattaki göl mehtabına bakan odada beyaz örtüsüyle babaannemin Kur’an okurken sanki bir iyilik güneşinin yüzünü aydınlattığı munis, mütebessim nurlu yüzünü hep hatırlarım. Onun bu yüzünü görseydiniz; sadece iyilik yapmak için yaratılmış olduğuna hükmedebilirdiniz. Onun bütün hayatı maddesi ve medeniyeti şefkât, merhâmet ve sevgiyle yoğrulmuş bir Osmanlı kadınıydı. O’ nun iç nizamı insan sevgisiyle doluydu. O konuşurken yüzünde parlayan o ince gülümseme içinin beyazlığına şahâdet ederdi. Onun iyiliğe doyum olmayan tebessümleri, o mutlu derin teselli verici ve gönül alıcı tebessümleri sanki bir iyilik güneşinin insanın ruhunu muttasıl ısıtan ışıklarına benzerdi. O herkesin hatalarını örten temiz bir kalbe sahipti. Benim bir tarafımı hatta zengin his tarafımı yapan insanlardan biriydi o. Ah! O çok yaşlı ben ise çocuktum. Ona soracağım sorularım vardı. Fakat o göçüp gitti bu dünyadan. Sorularımda bende kaldı.
Babaannemin bu cennetin köşesinde kurulmuş evinin bereketi hiç eksik olmazdı. Her dâim duvarlara gömülü mavi boyalı ahşap dolaplarda beyaz leblebiden, lokumlara, armut kaklarından, kaysı çekirdeklerine envâi türlü yemişi ceplerimize doldurur o her daim mütebessim bakışlarıyla başımızı okşardı. Bizde ceplerimizdeki bu yemişlerle bahçenin gölgeliklerinde oyunumuza geri dönerdik. Bazen de bu evin üst katındaki göl mehtâbına bakan odasının küçük penceresinde oturup Van Gölü’nün mavi atlasını seyre dalardım. Bu pencerede çocukluk rüyalarımın uzun ilkbahar gecelerinde sarsılan camların, yaprakların hışırdayan ağaçların, Ağustos böceklerinin sesi bana neler ilham etmezdi ki. Bu pencere benim adeta ilticagâhım olmuştu. Bu pencereden bakınca bahar akşamlarının kızıl durgun gölünde hep geçecek gemiler beklerdim. Fakat geçmezdi bu gemiler.
Bu tenha bağdaki evin denize kadar uzanan iğde leylak güllerle donatılmış bahçesinde oruç ağız kavakların söğütlerin büklüm büklüm uzayıp giden gölgeleri altında gün boyu çocukluk neşesi içinde günümüzü gün ederdik. Gün boyunca baharın çimenliğinde koşturur oynardık. Öğlen saatlerinde benizlerin solgunluğuyla hissedilen oruç gölge dönüp gün bitimine doğru orucu bozma kararsızlığına dönüşünce nenem düğüm üstüne düğüm vurduğu kesesini yeleğinin cebinden çıkarıp elime tutuşturduğu iki buçuk lirayla “Benim balam büyümüşte oruç tutmuş” türünden iltifatlarıyla o saatlerde depreşen huysuzluğumuzu oyalar açlığı ve susuzluğu unuttururdu. Biz ağzı bağlı çocuklar için güneş ufka yarım mızrak boy yaklaşıp ezana yirmi dakika kaldı mı saatin akrebi de yelkovanı da yürümez oğlu yürümez olur sanki oracıkta mıhlanıp kalır bekle dur. Nihayet rahmetli babam ezan vakti yeleğinin cebinden iki uzun parmağıyla köstekli Sergisof saatini çıkarır "vakti geldi" diye haber verirdi. O vakitler hiçbir akşam yemeği iftar sofrasında göründüğü kadar hak edilmiş ve kazanılmış bir anlam taşımazdı. Biz çocuklar sofraya büyük meydan muharebesi kazanmış bir kumandanın haklı gururuyla otururduk.
Eskiden de ağzının tadını bilenler her fırından çıkana rağbet göstermezlerdi. Henüz varlığını şöyle böyle muhafaza eden Küçük Yıldız fırını ayakkabıcılar ve nalburcular çarşısında idi. İki fırın pek meşhurdu Küçük Yıldız Fırını bir de İbrahim Talay’ın fırını Bu ikisi de esasında bizim mahallimize uzaktı Onun içindi ki Ramazanda iftar sofralarımıza konan pide ve çörekler ya birincisinden yahut ikincisinden alıp tam saatinde dumanı üstünde getirilirdi. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman bir ömür geçtiği halde o fırını unutamıyorum. Açık duran alevli ağızından sokağa kıpkızıl bir ışık ve bir nebze ısı vurur havaya yarı kavrulmuş ve pişkin hamur kokusu sinerdi. Artık güneş ufkun kenarına gelmiş, akşam olmuştu. Soluk benizli insanlar iftara doğru topraklı yollardan aheste aheste sokaklardan evlerine doğru yol alıp sokaklardan el ayak kesilince. Akşam üzerleri bahçede kurulan ocakta ocağın üstünde kendi haline pişmeye bırakılan çömlekteki sarmaların huzuru arttıran sıcak rayihası, hoş kokusu bahçeyi doldururdu. Rahmatli babaannem, ayağında terlikler, çorbayı ardından bağı bahçeyi saran sarmaları oruçlu oruçlu pişirir tuzunu biberini bahçede oynayan çocuklara denetirdi. İftara on dakika kala çömlekte dolu sarmaları bahçedeki ocağın üstünden getirir buharı üstünde pideleri sofraya koyardı. Kilerdeki iftar hazırlığı telaşı, sesler, yanan ocak oruca keyif katar mübarek sarmaların kokusu ağızda bıraktığı tat akıllara ziyan bir lezzete dönüşürdü. Bu sarmaların hazırlanıp sofraya konması babannemin baş meziyetlerinden biriydi.
Kilerden bahçeye taşınan iftar yemekleri bir masalın kapısından girer gibi odaya bahçeye yayılırdı. İftarın belli başlı şartı şurtu da, tıka basa doyulmuş midenin dört başı mamur ettikten sonra bahçede fokurdayan semaverden gün boyu susuz kalmış yüreklerin susuzluğunu giderecek o rayihası bağı bahçeyi dolduran semaverden çay içip akabinde cigara çekmekti.