“Kullanışlı sefil”, “Yağlı sürüngen”, “Oda hizmetçisi”, “Çoluk çocuk”, “Zavallı çocuk”, bolca “Alçak”, “Rezil” ve son olarak da “İstihbahratçıların av köpeği”…
Ahmet Altan’ın ‘büyük’ edebiyatından aylardır hesabıma düşenler bunlar. Ama yine de tuhaf bir şekilde bende nefret uyandırmayı başaramıyor.
O yüzden bu yazının (http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/585110.aspx) son karşılaşmamız olmasını tercih ederdim.
Orada kibarca uyarmaya çalışmıştım. Ama “Korgeneral Engin Alan'ın o seminerdeki konuşmasını dinlediniz mi ya da okudunuz mu? Ben size o konuşmanın bir bölümünü hatırlatayım” diye bir efeyle kurduğu cümle yüzünden 10 bin TL tazminata mahkûm olmasına engel olamadım. O hatırlattığı cümle Engin Alan’dan değildi çünkü. Bir gazetecinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı gazetenin haberinden bile haberdar olmadığının ortaya çıkması kötü bir talihsizlik…
Ama daha kötüsü bunun üzerine oturup hâlâ “Genç gazetecilere dersler” başlıklı yazılar yazma öz güveninden bir şey kaybetmemesi herhâlde…
Aslında bu seferki de kibar bir uyarıydı.
Belki okuyup “Üç sene önce adını ve soyadını değiştirmiş, Türkçe Olimpiyatlarında sunuculuk yapmış eski bir cemaat okulu öğretmeninin parasının nereden geldiği meçhul sitesinde, cemaat polisleri tarafından İrancı diye içeri tıkılmaktan son anda kurtulmuş isimlerle birlikte ben ne yapıyorum burada” diye sorup bir muhasebe yapabilirdi.
Ama onun yerine tamamı internetten, açık kaynaklardan yazılmış bir yazının aslında bir istihbarat oyunu olduğunu ortaya çıkarıp, Pensilvanya eyaletindeki bir çiftlikte dağıtılacak Pulitzer ödüllerinden birini ucundan tutmayı tercih etti.
Böyle bir yazıyı gerçek adını bile yeni öğrendiği birinin kurduğu, cemaatin istihbarat aklının eseri bir sitede yazması ise bu trajedinin boyutlarını artırıyor sadece…
Bir kuşağın millî sporuydu, birini MİT’çi, ajan, muhbir ilan etmek. Şanslıyız ki bunun için adam vurulan zamanlar geride kaldı. (Yazıyı büyük bir iştahla paylaşan Hasan Cemal, Amberin Zaman, Murat Sabuncu gibi gazeteciler de umarız bu ekolün yaşayan son temsilcileridir.)
Türkiye’deki muhaliflerin devletin sonsuz kudretine ve becerisine olan iyimser inançlarının ve gizli hayranlıklarının sonuçlarından biriydi herhâlde bu milli spor.
Muhtemelen bir kısmı da doğruydu.
Mesela CIA’nin Türkiye Masa Şefi Ruzi Nazar’ın “Çetin Altan benim o dönem dostumdu, beni birçok kişi ile tanıştırdı. Kendisi vatansever bir solcuydu” sözlerini böyle yorumlayanlar çıkmıştı.
Ne denebilir ki? Medya etiği, gazetecilik eğitimi için dünyadan tonlarca fon alıp, bir gazetecinin yazısı yüzünden sıfır delille “istihbaratçıların av köpekliği”yle suçlandığı bir yazıyı paylaşabilen P24 sitesinin kurucusunun eşi için de bir zamanlar “CIA ajanı” dendiğinde Ahmet Altan ne dediyse onu demekle yetinelim:
“Rezilce iftiralar, yalanlar, küfürler, bu büyük hareketliliğin yanında sıçan kuyruğu gibi kalıyor, 'kullanışlı' medyanın çaresiz alçaklıkları, sadece bu alçaklıklara imza atanların kişisel tarihlerini biraz daha kirletmekten başka işe yaramıyor.”
Hazır Ahmet Altan’ın “oluk oluk kan akma” fantezileri kurmadığı, hayallerini CHP-HDP ittifakının süslemediği eski zamanlarındaki güzel yazılarından bahis açıldı, daha ortada hiçbir şey yokken 2012 yılında yazdığı şu yazısı nasıl unutulabilir:
“İzin verirseniz ben hükümet-Cemaat çekişmesi olduğunda tavrımın ne olacağını baştan net bir biçimde koyayım. Eğer hükümetle Cemaat siyasi iktidar kavgasına girerse, Cemaat siyasi iktidarı paylaşmak isterse ben hükümeti desteklerim. Hükümet, isterse MHP hükümeti olsun, benim için fark etmez. Siyasi iktidara sadece siyasi aktörler, siyasi partiler talip olabilir, siyaset dışı bir güç siyasi iktidardan pay talep edemez, siyasi bir iktidar istiyorsa siyasi partisini kurar. Eğer hükümet, devlette görevli insanları Fethullahçı diye fişlerse, onların hak ettikleri hâlde yükselmesine izin vermezse ben Cemaat’i desteklerim. Çünkü herkes inancında özgürdür, buna kimse karışmaz, kimse kimsenin önünü inancından dolayı kesemez. Eğer Cemaat’ten birileri devlet içinde geldikleri mevkileri, o mevkiin gereklerine göre değil de Cemaat’in isteklerine göre kullanmaya kalkarsa, bu yüzden işinden olursa, onu görevden alan hükümeti desteklerim. Bunlar basit ve net hukuk kuralları, benim ölçüm bu kurallardır.”
Bu kadar basitti işte. Ama insan, kendi koyduğu ölçülere bile riayet etmeyince Türkiye cumhuriyeti tarihinin ilk istihbaratçı darbe girişimine meze olabiliyor, Emniyet istihbaratın sahte evraklarla kandırdığı kullanışlı aptalı olmakla yetinmeyip, her şey ortaya çıktıktan sonra bile sadık bir bekçi köpeği gibi terk etmediği pozisyonundan ona buna istihbaratçı diyecek hâllere düşebiliyor.
Üstelik memleketin en karanlık iki şebekesinden birinin bekçi kulübesinde oturmak yetmezmiş gibi diğerininkine de göz koymuşken…
“AKP 'çiftliklerde' silahlı milisler yetiştiriyor. Hitler’in SA’ları gibi onları iktidarda tutacak birlikler oluşturuyor” türü şeylere inanabilen birinin, ismini üç sene önce değiştirmiş eski bir cemaat öğretmeninin Van’a gidip yaptığını iddia ettiği “12 kişi devlet tarafından infaz edildi” haberine inanmasında bir tuhaflık yok aslında.
“12 kişi” çünkü Altan’ın gazetecilik ders notlarıyla sahneye fırladığı haber, o gazeteci tarafından önce kimin çektiği meçhul bir videoyla “12 kişinin kafasından vurularak öldürüldüğü ev-1” diye paylaşılmıştı.
Herhâlde kaynağı da sosyal medyanın en güvenilir ismi olan -her haberi yalan çıktığı için- PKK’ya yakın gazetecinin attığı “Van’da 12 PKK’li öldürüldü diyorlar. Paylaştıkları cenaze fotolarının hepsi sivil ve sadece bir Kalaşnikof var ortada” tweetiydi.
Daha sonra PKK bir açıklama yapıp, bu 12 kişinin, “kişi” değil profesyonel, tecrübeli gerillaları olduğunu açıklayıverdi.
Ama “Günlerce çarpışacak cephaneleri olan bu kadar tecrübeli gerillalarımız nasıl olur öldürülür, bu kesin komplo ve ihanet” temalı bir açıklama yapan PKK’nın bile infaz konusunda Ahmet Altan ve onun ismini yeni öğrendiği Genel Yayın Yönetmeni kadar kesin konuştuğu söylenemez:
“12 silahlı, tecrübeli ve profesyonel HPG gerillasının bulunduğu bir mekânı Türk devlet güçlerinin yarım saat ya da birkaç saat içerisinde etkisiz kılması mümkün değildir. En azından 2-3 günlük bir çatışma yaşanabilirdi. Çünkü bunun için gerekli olan imkân ve malzeme söz konusudur. Ancak grubun çok kısa sürede etkisiz kılınmasının bir komplo yöntemiyle gerçekleştiği açıkça görülmektedir. Ya bir biçimde temin edilen gıda malzemelerine zehir konularak etkisiz kılınmışlardır; veyahut bayıltıcı bir gaz kullanılması suretiyle bu arkadaşlarımız hareket edemez, çatışamaz konuma getirilmişlerdir.”
Belki, “kesin ya şöyle oldu ya böyle”li bir PKK açıklaması kadar kıymeti yok ama olayla ilgili Van Valiliği’nin açıklamasını da bir hatırlayalım:
“10 Ocak 2016 Pazar günü saat 05.30 sıralarında operasyon düzenlendiği ifade edilerek 'Özel Harekât Şube Müdürlüğü' personelinden oluşan emniyet güçlerimiz, çevre güvenliği aldıktan sonra iki katlı evde olduklarını tespit ettikleri örgüt mensuplarına 'teslim ol' çağrısı yapmış, ancak bu çağrıya ateşle karşılık verilmiştir.”
Bu da “infaz” edilmiş PKK’lılardan çıkan cephane:
“7 Kalaşnikof uzun namlulu silah, 2 adet M-16 uzun namlulu silah, 1 otomatik uzun namlulu Bixi marka silah, 2 tabanca, 25 patlamamış el bombası, 2 el bombası maşası, 32 Kalaşnikof tüfeğe ait şarjör, 10 adet M-16 silaha ait şarjör, sayılan silahlara ait toplam bin 908 fişek.”
Hiçbiri sizi utandırmıyorsa, cenazesinde "Babacığım ben sana gitme demiştim, dinlemedin" diyerek babasının tabutunu okşayan 8 yaşındaki Erva sizi utandırır belki. Çünkü onun 41 yaşındaki babası polis memuru Önder Ertaş sizin “infaz” dediğiniz çatışmada o “12 kişi” tarafından öldürüldü. Yaralananlar da var.
Tabii bunları hatırlatmak istihbarata avcı köpekliği yapmakken, PKK’nın ya da Cemaat'in her dediğini ağzıyla yakalayıp getirmek araştırmacı soruşturmacı gazetecilik oluyor.
1 tonluk bombayla lojmana saldırıp çocukları öldüren bir örgüte tek çift laf etmeyip, yüzlerce insanı öldürecek cephaneyle şehre inmiş PKK’lıların çatışmada ölmesinden insan hakları mücadelesi, Kürt dostluğu, gazetecilik dersleri çıkarabilmek -şeytani olsa da- bir beceri ister muhakkak.
Yine de başta söylediğim gibi nedense bende bir nefret duygusuna sebep olmuyor bütün bunlar. Yazılarına rastladıkça, tv’de karşıma çıktıkça, belki sadece dedesini bir evlilik programında kendine eş ararken görmüş birinin yüzünde belirebilecek türden bir utanma duygusu beliriyor.
Hani ellerinizle yüzünüzü kapatıp “yapma bunu artık” dedirten türden...