Devletler duygularla yönetiliyor, toplumlar duygularla manipüle ediliyor. Son dönemlerde politik kararların birçoğu söylemler, metaforlar ve duygular tarafından inşa ediliyor. Örneğin;
Ötekilere ve düşmana karşı duyulan nefret ve önyargı,
Milli sınırların daralacağı kaygısı,
Benliğin ve ulusal bilincin yüceltilmesi,
Siyasal tarihte yaşanan zaferlerin canlandırılması…
Devletin ve sistemin daha teknik, daha rasyonel olarak kurulduğu batı medeniyetine nazaran, biz Doğulular, Asyalılar, Müslümanlar… Daha duygusalız. Aşkı da siyaseti de delice yaşıyoruz.
Bir lideri sevdiğimizde “Mehdi” ile aynı seviyede görüyor,
Nefret edip şeytanlaştırdığımızda bir çukurda işkence edebilecek seviyeye getirebiliyoruz.
Siyasal alanda bağ kurduğumuz her şeye duygusal bir anlam yüklüyoruz.
Bizler için Vatan ana, Devlet ise babadır.
Ana vatanımız bizi kucaklarken, devlet babamız kendi adalet ölçütüne göre terazisini kurmakta, ödüllendirmekte, gerektiğinde cezalandırmaktadır. Devlet babamız bizi zor kullanarak kendi otoritesine itaat ettirebilmektedir. Bunun için de kurumsal tüm güçleri, müfredatı, medyayı ve aydınları kullanmaktadır.
Bizler, Sadi Şirazi’nin dediği gibi, bir damla kandan yüzlerce endişeden, binlerce kokudan oluşmuşuz. Yaşadığımız coğrafyada siyasetin erilliği feministleri endişelendirirken,
Kadınların ve gençlerin siyasal alanda etkin olmaları ihtiyar siyasetçileri korkutuyor. Liberallerimiz devletin büyüyen gücü karşısında bireylerin hiçleşip birer karınca topluluğuna dönüşmelerinden korkuyor.
Statükocularımız ve muhafazakârlarımız toplulukların isyan etmesinden ve düzenin bozulmasından korkuyor.
Yerlilerimiz göçmenlerden, göçmenler diktatörlerden, diktatörler demokrasiden korkuyor.
Laiklerimiz dindarlardan, dindarlarımız seküler hayat tarzından korkuyor…
İçinde bulunduğumuz ve aidiyet kurduğumuz her şeyle aramıza bir adım mesafe koyup fanatikçe bağlandığımız siyasal partileri, militanca takip ettiğimiz liderleri, ötekilere karşı geliştirdiğimiz korkuları muhakeme etmenin zamanı gelmedi mi?