Savaşı kim besliyor?

Abone Ol

İnsanoğlu savaş illetinden ellerini bir türlü koparmamıştır. Savaş, insan tarihinin her evresinden günümüze kadar süregelmiş. Bu anlamda savaşın ve ölümün iz bırakmadığıhiçbir coğrafya kalmamıştır. Her iki Amerika kıtasından tutun Japonya’ya kadar farklı dönemlerde insanoğlu çılgınca savaşa tutuşmuştur.

Biz insanların hafızası çok unutkandır. Öyle olmasa bile neden insan olduğumuz için birlikte yaşamayı öğrenemiyoruz. İnsan her daim vahşi olmalı mıdır? Daha Hz. İsa doğmadan önce Perslerle Yunanlılar savaşa tutuşmuştu. Persler Yunanlıları yenip Atina’yı yağmalamıştı.

İnsanoğlu öç alma hırsıyla savaş defterini rafa kaldırmazlar. Pers yenilgisi karşısında Yunan toplumunun onuru incinmişti bir kere. Makedonyalı Büyük İskender Perslere karşı savaşı kazanarak tüm Avrupalının öcünü almış oluyordu. Büyük İskender, aklındaki hülyalar uğruna Mısır’ı, Hindistan’a kadar bütün Ortadoğu’yu Yunan uygarlığıyla birleştirdi. Savaşla kazanılan coğrafyaya Helenistik yani Yunan kültürünü yaydılar.

Savaş yorgunu topraklarda bu kez Romalılar sahne alır. Helenistik olan tüm bölgeleri fetheden Romalı lejyonlar, Roma kültürünü yaydılar. İnsanoğlu her zaman kendi benliğini koruma ya da dayatma arzusu içerisinde oldu ve başaramadığı durumlarda ise savaşla halletmeye çalışmıştır.

Hatırlarsanız tarih derslerinde çokça bahsedilen Protestanlarla Katolikler arasında şiddetli bir savaş vardı. Bu irili ufaklısavaşlar yüzünden Avrupa birçok kez büyük yıkıma uğradı. En kötüsü de 1618’den 1648’e kadar süren ve hemen hemen tüm Avrupa’yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşı’ydı. Aslında pek çok küçük savaştan meydana gelmiş bir olaydı bu. Özellikle Almanya’da büyük acılara neden oldu. Biraz da Otuz Yıl Savaşı’nın etkisiyle Fransa o dönemde giderek Avrupa’nın en güçlü devleti olmaya başlamıştı.

Birleşik Krallık ve Fransa, yüzyıllara dayanan bir didişme içerisinde 19. yüzyıla girdiklerinde, Avrupa’nın başına bela olan Napolyon ile uğraşmak zorunda kaldılar. Napolyon ihtirasları uğruna Rus soğuğuna rağmen binlerce askeriyle yağmur çamur demeden Rusların kalbi Moskova’ya girdi. Girmesine girdi ama koca şehri boşaltan Ruslar Napolyon’u hüsrana uğrattı. Eli boş dönmek zorunda kalan Napolyon Rus’un kışından dersini almıştı.

İnsanlardaki savaş arzusunun asıl kaynağı, benliklerini karşısındakine kabul ettirme çabasından dolayıdır. Savaştan galip ayrılan efendi, mağlup olan ise köle olmalıydı. Bu anlayış liderlerin arkasında saf tutarak türlü belalar ortaya çıkarılıyordu.

Almanya’nın “sesini gür çıkarması” olarak ortaya çıkması ve sömürgecilikten pay istemesi insanlığı I. Dünya Savaşı’na götürdü. İngilizler ve Fransızların sömürgelerinden elde ettiği kar ve zenginlik, Almanları ve Avusturyalıların da iştahını kabartmıştı. Hakkını almak için de vahşi ve gaspçı rakiplerine had bildirmek bu ülkelere kalmıştı. Büyük bir iştah ve türlü aymazlıklarla savaşa atıldılar. Gerginlik ve kaosun sonucunda Avrupa’nın orta yerinde savaş çıkmış, buradaki ülkelerin sömürgelerine ve müttefikleri aracılığıyla başka kıtalara yayılacaktı. Birbirini boğazlayan Avrupa ülkelerin egemen sınıflarının, halkın kısmi desteği arkalarına alarak “psikolojik rahatlık” içinde hareket ettiler.

Avrupalı ülkeler birbirlerini boğazladıktan sonra, ancak yirmi yıl rahat durabildi. Hiç ders almamışçasına yirmi yıl sonra aynı trajediyi ve kıyımı daha da yüksek bir tonla tekrarlayacaktı.

Genelde savaşın çıkış sebebi olan despotik ve totaliter rejimlerden beslenen liderlerdir. Bu gibi liderlerin mottosu bellidir; sırtını milliyetçi ve hamaset sözlere dayamaktır. Savaşı tetikleyen nokta, kitlenin ezici bir çoğunluğunu arkasına alan bu liderler despotik, totaliter rejimiyle savaşa atfettiği anlamlarla kazanır. Bunun en büyük temsilcisi şüphesiz Adolf Hitler’dir. 20 milyon insanın hayatına ve Almanya’nın yerle bir olmasına neden olan Hitler’in Barbarossa Harekâtı’nın getirdiği kıtlık, zulüm ve sürgünanıları hala capcanlıdır.

II. Dünya Savaşı’nın kazanan tarafı belli olduktan hemensonra, ABD Japonya’nın sivillerin en yoğun yaşadığı Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası atarak, bir gecede 140 bin sivili öldürecekti. ABD’nin bu hareketi “savaş ağası”nın yeni patronu olduğunu çok ağır bir mesajla veriyordu dünyaya.

II. Dünya Savaşı bittikten birkaç yıl sonra, Kore Savaşı, daha sonra Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye işgal savaşları ortaya çıkıyor. İşgal savaşları büyük oranda biçim değiştirerek, vekâlet savaşları ve kiralık şirketlerinin özel birlikleriyle yürüttükleri iç savaşlarla devam ediyor günümüzde.

Binlerce yıllık devlet yönetme veya hükümet etme tekniklerinin en aşağılığı ve en gayrı insani biçim ve dozlarını bugün başta Ortadoğu bölgesi, Suriye ve Libya’da bunu görüyoruz. Siyaset büyük yoz içinde. Ülkelerin sahneye çıkardığı liderler eskisine göre daha da kriminel olmaya başlamaktadır. Bu sadece geri kalmış ülkeler için geçerli değil artık. En ileri ülkelere kadar yaygınlık göstermektedir. Trump, Bolsonaro, Urban, Duderte vs. gibi devlet adamından çok savaş suçlusu sayılması gereken tipleri ortaya çıkarıyor.

Özetlemek gerekirse “uygar dünya”nın sicili pek de parlak görünmüyor. Barışa dair umutlar hala varsa da birileri sahneye çıkıp savaş çığırtkanlığı yapmaktan vazgeçmiyor. Devletin büyük çıkarları uğruna başka toplumlara yapılan en adi savaşlarla karşılaşıyoruz. İyi bir yaşam insanlara vadetmek yerine savaşı toplumların sırtına bindirmek nedendir?