Ölüler Acıkmazlar

Abone Ol

Gecenin karanlığı yerini sabahın ilk ışıklarına bırakmaya hazırlanırken yatağından kalkamayacak kadar yorgun hti kendisini. Yatağının hemen sağında duran sandalyesinin üzerine koyduğu alarmın saatine baktı. 

 

Alarmın çalmasına daha 17 dakika var deyip yorganını üstüne daha bir sıkı çekti. Uzun koşu maraton yarışmacılarının startını veren tabanca sesi gibi çaldı alarm.’' Haydi bismillah’’deyip doğruldu yatağından. Yüzünü bile yıkamadan odasının karşısındaki mutfağa geçti. 6 metrekare halının anca doldurabildiği ve adına şahane dediği mutfakta gözüne ilk ilişen çaydanlık olmuştu.

 

Çeşmeye yöneldi, bu sefer inşallah diyerek umutla açtığı musluktan su gelmediğini görünce kendi kendine küfretti. Oysa cebindeki son para bile yetmemişti son gelen faturanın yarısını ödemeye. Yüzünü yıkamadan hemen tekrar yatağına girip yapacak daha güzel bir şey olmadığını düşündü. Ayakları gitmek isterken beyni birden çark edercesine onu yolundan alıkoymuştu. Hızlıca son 6 aydır üzerinden hiç çıkarmadığı ve bazen de üşenmezse toprakla yıkadığı gömleğini üstüne geçiriverdi..

 

Alttan üç düğmesi olmayan bu gömlek ona babasını hatırlatır ve bu yüzden üstünden hiç çıkarmazdı. Oysa sağlığında babasını bir gün bile görmemişti. Kendisi daha doğmadan gitmiş ve bir daha onu arayıp sormamıştı. En son baban öldü dediklerinde tanımıştı babasını. Belki de yaşıyor olsaydı babası karşısına güzel bir gömlekle çıkacaktı ama onun ölebileceğini hiç düşünmemişti. Kapının önüne koymaya çoğu zaman korktuğu çift renkli rugan ayakkabısının arkasına basarak hızlıca merdivenlerden inmeye başladı.

 

Henüz bir kat inmişti ki yine 13 numaranın gürültüsü kulağına kesildi. İstemsizce durdu. Hayatında belki yapmaktan çok da hoşlanmadığını düşündüğü şeyi yaparak 13 numaralı kapının öte tarafındaki sesleri dinlemeye başladı. Sesler giderek artıyor, bazen küfürler bazen de kırık bardak seslerini işitiyordu. İçerden ‘’yardım edin’’ çığlığını duyunca sanki kendisine saldırıyorlarmışcasına daha da hızlanarak merdivenlerden indi.

 

Artık basamakları üçer beşer inmeye çalışıyor ve rahatsız olduğu gürültüden  bir an önce kurtulmaya çalışmıştı. Sokağa en nihayetinde çıkabilmişti. Daha yirmi metre yürümeden bir  ağacın etrafında tavaf eden, kuyruğu dikilmiş ve keskin bir tiz sesle miyavlayan sarı kediyi gördü. Börekçi de görmüş olacak ki sabah işçilerine kesmek üzere olduğu böreğin bir ucundan kedinin önüne atıverip dükkanının kapısını hızlıca örttü. O da haklıydı çünkü yoldan geçen arabaların pis dumanları bin bir emekle yaptığı böreklerine sinmemeliydi.

 

Karnının guruldadığını, kedinin bir lokmada böreği midesine indirdiğinde fark edebildi ancak. Acaba o da ağacın etrafında birkaç tur atsa mıydı ya da tiz bir sesle kedi sesi çıkarıp en azından bir lokmacık böreğin tadına baksa mıydı? Derin bir iç çekti. Ellerini, cepleri delik pantolonuna götürdü.

 

Parmak uçları ceplerin içinden tenine değmiş ve (soğuktan olsa gerek) diken diken olan kıllarını çekiştirmeye başlamıştı… Adımlarını hızlandırarak her gün farkına varmadan yürüdüğü dükkanların önünden sessizce sıyrıldı. Sonunda kendisi gibi daha birçok gündelikçinin bulunduğu medyana geldi.

 

Burası; meydan adı verilmiş, insan gücünün çok ucuza satın alındığı ucuz bir köle pazarıydı ona göre. Her gün kasketli, deri çizmeli  şalvarlı adamlar  bu meydana gelir, en heybetli , en dayanıklı gördüğü  kişileri rastgele seçer ve en ağır işleri akşama kadar onlara yaptırırlardı. Üstelik karın tokluğuna. Bazı günler bu adamlardan hiçbiri gelmez, sabahtan akşama kadar karşı sokağın içinden ha şimdi geldi ha şimdi gelecek diye umutsuzca işverenler beklenirdi. Her ihtimale karşı oradan ayrılınamazdı ki.

 

Buranın tek güzelliği bu saatlerde belediyenin hazır tuttuğu mobil çorba hizmetiydi. Sabahın ilk ışıklarında genci, yaşlısı, öğrencisi, fakiri, işçisi bu çorbadan ve birkaç dilim ekmekten  almak için adeta yarışıyor, sıraya giriyor, bazen sırada araya kaynayanlar yüzünden küfürlü kavgalar ortaya çıkıyordu. Bugün çorba erken bitmişti.

 

13 numaranın kavgasına kulak kesilmeyip hemencecik  gelseydi belki çorbasını alabilir ve guruldayan karnına enfes bir ziyafet çektirebilirdi. “Bugün kısmetim yok” deyip umutsuzca diğer işçilerin yanına kadar yürüdü… Yere çömeldi. Gömleğinin üstten bir parmak kalınlığındaki yırtığına  aldırmadan elini cebine götürdü. Parmakları sigara arıyor ama daha çok bu arama sanki yerin metrelerce altındaki kömür madenini çıkarmaya çalışan kazma ve kürekleri andırıyordu.

 

Yanına birisinin gelme umuduyla sağına ve soluna bakınıp başını önüne  çaresizce eğdi. Nihayetinde yanıbaşında iki ayak sesini hissederek kafasını bir umutla kaldırdı. "Gel" sesine kayıtsız kalamamış o kadar kişinin içinden kendisinin seçilmesini övünç saymış, fötr şapkalı adamın arkasına takılmıştı. Ne iş yapacağı ya da yaptıracakları umrunda bile değildi. Belki insaflı biri olabilir ona öğlen ezanı vaktinde birkaç lokmacık verebilirdi. Neden sadece kendisinin bu işe seçildiğini yol boyunca düşündü. Oysa zayıf ve çelimsizdi.Bu durum onu hem gururlandırıyor hem de korkutuyordu.Birkaç sokak arası hızla geçildikten sonra fötr şapkalı adam arkasını dönerek “Geldik” dedi.

 

Hemen başla, akşam ezanına kadar çalış ve gitmeden önce beni gör, paranı al, dedi. Kafasını yukarı kaldırdığı zaman o güne kadar gördüğü en yüksek inşaat binasında çalışacağını anlamıştı. Fötr şapkalı adam, öğlen yemeği için bir şey konuşmamıştı onunla. Ya vermezselerdi. Kendi kendine “ neyse” deyip akşam alacağı paranın sıcaklığını ve helalliğini çok kısa süre içinde aklından geçirdi. “Heyyyy!” diye bir ses duydu yukarıdan. Kafasını tekrar kaldırdığında elleriyle kendisini çağıran ve ustabaşı olduğunu tahmin ettiği kişiyi gördü. Tamam dercesine kafasını iki kere yukarıdan aşağıya doğru salladı.

 

İnşaata çıkmaya başladı. Birinci, ikinci, üçüncü, beşinci derken kan ter içinde on birinci kata kadar çıkabilmişti. Hava ayaza kesiyor, yırtık gömleği göbek tarafından rüzgarı yiyor ve bu soğuk teriyle beraber midesini bulandırıyordu. Ustabaşı nasırlı elleriyle ona elemesi gereken kumu, elenen kumu karacağı çimentoyu ve sıva yapacağı malayı işaret etti. Vakit kaybetmesini istemediği her halinden belliydi. Ağzının sol kenarına sıkıştırdığı sigaranın dumanından yüzünü seçebildiği ustabaşına anladım dercesine kafasını sallayarak ‘’ Tamam ’’ dedi.

 

Hemen ellerini küreğe yapıştırıp ısıtmak istedi. Çok kısa sürede kumları elemeyi başarabilmişti. “Bunu kimse benden daha iyi yapamaz” diye içinden geçirdi. Elediği kumların yanına çömelip gözünün önüne sabah gördüğü sarı kediyi getirdi. Kedinin bu sabahki kısmeti kendisininkinden katbekat daha açıktı. Ağzına tam küfrü yapıştıracağı sırada, yanında insanların adını bilmediği ama Akseli diye çağırdığı, kaba görünümlü, pis kokan biri belirdi.

 

“Saygı göstermenin sırası değil” diye içinden geçirmişti. Ayağa kalkmak istemedi. Başını yine önüne eğmişti, neyden, kimden mahcup olmuştu o da bilemiyordu ama gözlerinin önünde sunulan sigarayı görünce bayram harçlığı almış çocuklar gibi sevinmişti.

 

Kendisine uzatılan bir dal sigara onun kahvaltısı olabilecekti. Belki karnı doymayacak ama çekilen diş etlerinin sancısının imdadına tütün yetişebilecekti. Hayır diyemedi, teşekkür bile etmeden hemen Akselinin sigarasından kendi sigarasını tutuşturdu. Öyle derin bir nefes çekmişti ki daha ilk nefeste sarma tütün yarısına kadar yanmıştı. Ciğerleri bu duman çokluğuna isyan mı ediyor bilinmezdi ama o halinden çok memnundu. Gözeri dönüyor, sigaranın dumanının damarlarında kan yerine dolaştığını hissedebiliyordu.

 

Hayatında hiç seks yapmamıştı ama yapsa bile onun için seks, ancak bu kadar güzel olabilirdi. Akseliyle hiç konuşmadılar. Belki onları buluşturacak ortak kaderlerini daha sonra keşfedeceklerdi ama şimdilik ikisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Aşağı kattan ustabaşının diğer işçilere ettiği küfürleri duydular.. Adeta banka soygunundan kaçan hırsızların telaşı vardı ikisinde de. Ustabaşı yukarı çıkmadan sanki hiç mola vermemiş gibi tekrar küreğine atıldı. O iri yarı, kaba saba Akseli ne ara yanından ayrıldı farkına bile varmamıştı.

 

Ağzında biraz önce içtiği tütünün taneleri, ciğerlerinde zehri, yüzünde tüm bu olup bitenin tebessümü vardı. Artık o çimento karmıyor adeta okuma yazma öğreniyordu. Hızlıca birkaç çimento torbasını küreğinin arkasıyla delip kumlarla buluşturdu. Kum ve çimentonun hacmi iyice büyümüştü.

 

Bu sefer küreğinin arkasıyla derin bir havuz oluşturup gözü bu havuzu dolduracak suyu aradı. Birkaç metre ötede hortumun ucu adeta onu çağırıyor beni kumla buluştur diyordu. Aklına sabahleyin yüzünü yıkamadığı geldi. Koşarak çeşmeyi açtı. Hortumdan sünnetsiz bir çocuğun kamışından akabilecek kadar kalınlıkta su geliyordu. Avucuna suyun dolmasını sabırla bekledi, dolan suyu bir çırpıda yüzüne vurup “Ohh be!” dedi içinden.

 

Hortumu nazikçe oluşturduğu havuza götürdü. Havuzun kenarına oturup dolmasını beklerken birden akşam yiyeceği yemekleri gözünün önüne getirdi sırasıyla. Ama o tercihini kuru fasulyeden yana kullanacak ve yanında mutlaka soğan da isteyecekti. Hem belki parası yeterse yanında yoğurt da yiyebilecekti. Bütün mönüyü gözlerinin önüne getirirken havuzun taştığını ayaklarına değen suyla fark etmişti. Koşarak vanayı kapatı.

 

Büyük bir hızla çimento ve kumu karmaya başladı. Kumun rengi giderek beton rengine dönüşüyor ve sağ dizinin üstüne yatırdığı küreği ustaca kullanıp oluşturduğu karışıma sanat eseriymiş gibi bakıyordu. . Hazır ettiği çimentoyu küçük kovalara dolduruyor ve sıvanması gereken yerdeki işçilere yetiştiriyordu.

 

Akşama kadar bu işi rutin olarak yaptı. Harcı kardı, kovalara doldurdu, iki omuzuyla iki kovayı taşıdı durdu. Aklında önüne konulacak kurunun tadı ve hemen arkasından kendi parasıyla alacağı sigaranın verdiği keyif vardı. Gitti geldi taşıdı kovaları. Artık paydos zamanı yaklaşıyordu.

 

Son kovaya son harcı yeni koymuştu. Omuzları gün boyunca taşıdığı kovaları sanki bu sefer taşımak istemiyordu. Kovalar daha bir ağır gelmiş, külçe gibi olmuştu adeta. Nihayetinde elindeki son emanet kovayı, vereceği işçinin yanına götürdü. Ses etti, duyan yok. Bir kez daha ses etti ,yine cevap gelmedi işçilerden.  Başını uzatıp baktığında kendinden başka kimsenin olmadığını fark etti.

 

Korktu, “Ben dışarıdaki iskeleye nasıl çıkıp da sıvarım duvarı?” diye düşündü. Yapmazsa olmazdı. Zaten zor bulmuştu bu gündelik işi. Hem akşam yiyeceği kurunun ardından içeceği sigarayı hak etmesi gerekiyordu. Yaparım dedi bir an. Kendince gözlerimi kapar, içerden dışarıya ilk adımımı atar, kemer tokasına taktığım malanın ucuyla duvarın noksan yerini sıvarım diye geçirdi içinden.

 

Son kez aşağıya baktı. Kendisinin yevmiyesini ona hazır etmiş olmalı ki fötr şapkalı adam aşağıdan “gel” dercesine el sallıyordu. Görmezlikten geldi önce. Sonra fötr şapkalının gözüne girebilmek için daha bir hırslanıp “Bismillah” diyerek ayağını dışarıya kurulan iskelenin çıtasına attı. Sağ ayağını biraz fazla atmış olacak ki sol ayağını kendine doğru çekince dengesini kaybetti. “Olmaz, şimdi değil, hayır!” derken 11. Kattan aşağıda yevmiyelerini alan işçi ve fötr şapkalının gözleri önünde düşüverdi.

 

Bir buz kütlesinin ana kütlesinden ayrılışı gibi, dağlara başıboş bırakılan yılki atları gibi, bir bebeğin annesinin memesine sarılışı gibi öylece  hızla düşüverdi. Herkes olay yerinde adeta buz kesmişti. Zavallının başına toplanıp kafasından yere sızan kanları izliyordu. Sabah bin bir umutla çıktığı evine artık hiç gidemeyecek, 13 numaranın kavgasını duymayacak, derin düşüncelere hiç dalmayacaktı. .Biriken kalabalığı adeta sağa sola savurarak dağıtan Akseli, önce dizleri üstüne çöktü, koca elleriyle onun gözlerini kapatıp avucunun içine bir dal sigara sıkıştırarak şöyle dedi:

 

ÖLÜLER ASLA ACIKMAZLAR…

 

(BU YAZI ALNININ TERİNİ SOFRASINA TAŞIRKEN EBEDİYETE İNTİKAL ETMİŞ, BİR LOKMA EKMEĞİ İÇİN DOĞRULUKTAN ŞAŞMAMIŞ TÜM EMEKÇİLER İÇİN YAZILMIŞTIR. RUHLARI ŞAD OLSUN)