OLAĞANÜSTÜ HAL SEÇİMİ VE HIZLA DEĞİŞEN İRADE

Abone Ol

7 Haziran seçimlerinin ardından, halkın iradesine saygı gösterilmeyeceği çok kısa zamanda ortaya çıkmıştı. “Yeniden seçime hazır olun!” dendiği zaman da kimse şok olmadı. Çünkü Ortadoğu’nun merkezinde mehter marşı normlarını taşıyan bir demokrasi anlayışının hâkim olduğu ülkede yaşadığımızı unutmamıştık.

 

İstikrarsızlık ve koalisyon olmayacağı dillendirilmeye başlandığı andan itibaren, durduk yerde çatışma süreci başlatılmış ve her yer yangın yerine çevrilmişti. Ormanlar yanmış, yere düşen gençlere tabutlar yetiştirilemez olmuş, 90’lı yılları anımsatan insan bedenlerinin zırhlı araçlar arkasında çekilmesi veya mezarların bombalanması türlü insan hakları ihlalleri sıkça görülür olmuştu.

 

Seçimin neticesinin intikamı adeta belli bir kesimden alınmak istenircesine, şehir yerleri savaş alanlarını anımsatan görüntülere boğulmuş, batı illerinde Kürtler adeta istenilmeyen potansiyel suçlu ilan edilerek linç edilmişti.

 

Suruç’tan sonra, şehirlerde, kırsalda bombalar patlıyor, tutuklamalar, baskınlar, yasaklar, güvenlik bölgeleri ilan etmeler, köy boşaltmaları, baskılar ve muhalif medyanın susturulması rutin hale gelmişti.

 

Ankara’da yüzü aşkın insanın ölmesine ve yaralanmasına yol açan patlama, gerilen sinir uçlarının kopma noktasına gelmesine vesile olduğu merhaleydi. Patlamanın ardından, iktidar partisi bile seçim mitingi yapmak için çekingen davranıyordu.

 

Sahada patlamalardan önce Rize’de iktidara destek yürüyüşü düzenleyen eski tetikçilerden mafya lideri Sedat Peker’in, yaptığı konuşmasında “çok kan akacak, çok kanınız akacak” şeklindeki Jitemvari tehditlerinin ardından, Ankara’da patlama meydana gelmesi, yeniden Gladyo yapılanmasının devrede olduğu endişelerini de doğurdu.

 

Özellikle Davutoğlu’nun Van’da “Ya biz ya Beyaz Toroslar” şeklindeki bilinçaltı zorlamasına teslim olmasının ardından, özel birimleri taşıyan camları siyah bantlı lüks araçların varlığı fark edilmeye başlandı. Seçimden sonra koalisyon kurulmamış ve onun yerine iki bakanı Cizre’ye sokulmayan geçici bir hükümet oluşturulmuştu.

 

AK Partinin yaptığı birkaç seçim mitingi ve sahada almış olduğu yoğun tepkilere bakılarak, bütün anket şirketleri koalisyonun dışında bir neticeyi öngörmüyordu. “İstenilen irade sağlanıncaya kadar seçim seçeneği denenecek” yolundaki açıklamalar da tepkiyi besleyen unsurların tuzu biberiydi.

 

Yatırımların durması, ülkenin bir savaş alanına çevrilmesi, sınır ötesinin sürekli tehdit edilmesi, “Fırat’ın öte tarafı savunması”, şeflik, tek liderlik sisteminin yeniden diriltilmesine yönelik beyanlar, muhaliflerin susturulması, adil bir seçim çalışmasının engellenmesi ve hatta TRT’de partilerin eşit kullanım hakkı devlet ritüelinin rafa kaldırılması bir tepki olarak geri döneceği hesaplanıyordu.

 

Sessiz çoğunluk kimden yanaydı?

 

7 Haziran’da bunun cevabını verdi. Peki, bu dört buçuk ayda ne değişti de iradesini bu kadar hızla değiştirdi? Yürüyen bir demokrasi, bağımsız bir yargı ve ekonomik istikrar yoktu. Seçilmişler birer birer tutuklanıyordu. Halkı ikna edecek bir çaba da gösterilmedi.

 

Seçimi AK Parti’nin şu veya bu vaatleri de kazanmadı, çünkü neredeyse bütün partilerin vaatleri benzerdi ve 13 yılda yapılmayanların bundan sonra yapılabileceğinin garantisi de yoktu. 7 Haziran’dan beri ortada icraat yapabilecek, halkın sorunlarını çözecek, çözüm sürecini buzdolabından çıkarabilecek bir hükümetin olduğu da söylenemez.

 

Demokrasinin, yargının, adil seçim çalışmasının, ifade özgürlüğünün olmadığı, baskıcı yöntemlerin giderek yaygınlaştığı, kan akmasının artığı bir 4-5 aylık geçici rejimin hakim olduğu sürede, ne oldu da AKP 4,5 milyon oyunu artırdı?

 

Düşündürücü değil mi? Gerçi toplumu iyi tanıyan politikacılardan Demirel, “siyasette 24 saat çok büyük bir zamandır” diyordu ama o köprülerin altından çok sular geçtiğini düşünüyorum. Bu toplumun hafızası, algısı, karar verme yetisi, irade beyanı hep tersine bir mecrada mı seyrediyor?

 

Böyle olmadığını düşünüyorum. “Bir fırsat daha tanınmak istendi” veya “sessiz çoğunluk istikrar olmaması için böyle bir karar verdi” demekle olayı geçiştirmek de mümkün, ancak olayın bu kadar basit bir değerlendirmeyle izahı mümkün değil.

 

Muhalefet susturuldu, çalışması büyük oranda engellendi ve hatta bütün baskılara rağmen muhalefetten birini televizyona çıkaranlar anında cezalandırıldı. Sandık başlarına müşahit bile göndermede zorlanacakları bir atmosfer oluşturuldu. Muhalif partiler adeta devlete, özel birimlere, karşı seçim rekabeti yürüttü.

 

Buna rağmen, seçimin bu derece farklı bir sonucu doğurabileceği varsayımı doğru olamaz. Çünkü olumsuz bir algı inşa etmiş bir iktidara karşı muhalefetin kısa sürede bu şekilde değişmesini izah etmek kolay değil. Elbette bu iktidarın şimdiye kadar ne zorlar başardığı da bilinen bir gerçek.

 

Gizli toplantılar, yönlendirmeler, devletin bütün imkânlarını seferber etmek, AK Parti yararına seçime girmeyen partilerle birlikte, kadim geçmişi olan parti genel başkanlarından bile AK Parti için oy isteme hırsı, akıl tutulması yaşanan organizeler bunda kısmen etkili olmuştur.

 

Bunun geçmişteki örneklerine bakıldığında, siyasal iradenin değişiminin bu kadar abartılı olmadığı görülür. Irkçı kanadın talebi olan çatışma sürecinin başlatılması ve imha konseptinin bütün imkânlarıyla devreye girmesi oy devşirilmesinde kısmen de olsa etkili olmuştur.

 

Din adamları, diyanet, İslamcı mahalle kripto ilişki ağı içerisinde bu desteğin içerisine çekildi. Milliyetçi, muhafazakâr, mafya ve ceza evlerinden çıkarılan Ergenekoncu ortak ittifakıyla bir seçime gidildi ve bu kesimlerin her birine geleceğe dair vaatler verildi.

 

Kemalist, laik, ulusçu, seküler devlet; tabandan gelen taşma karşısında, kontrollü olarak sistemi Avrupa Birliği’ne girmeye, Türkiye’yi Ortadoğu’da lider yapmaya çalışan, ülkenin kalkınmasına hizmet edeceği test edilmiş olan Türk Milli İslamcılara teslim ederek paradigma değişikliğine gitti. Esasen düşman olarak gördüğü bu kesimin aslında sandıklarının daha fazla devletçi olduklarını, devletin bütün normlarına, kutsallarına, kazanımlarına fazlasıyla sahip çıktıkları defalarca test edilmişti.

 

Kaosun, anarşinin ve talanın ülkenin asli efendileri oldukları iddiasında olanların arasında bir rekabete dönüştüğü bir zamanda en doğru karar buydu, devlet üst aklı bu değişikliği büyük efendilerinin de dayatması, onayıyla kabul etti. Böylesine bir ortaklığın seçimde etkisi inkâr edilemez.

 

Ama sanki bu olayda bütün bunlara ilave olarak, daha organize bir durum var. Gerçi geçici, ara rejimlerde, bunun benzerlerine çok rastlamış bir ülkede yaşıyoruz. Seçim sonuçlarına güvenilemeyeceğinin somut bir yanı da, 2004’ten beri şaibeli olduğu çeşitli defalar konu edilmiş, iddialar ortaya atılmış, Bilgisayar Destekli Seçmen Kütüğü Sistemi SEÇSİS yani, seçim sonuçlarının girildiği bir yazılım ve veri bankası.

 

Sandıklar sayıldığında görevli, ilçe seçim kuruluna gidip elindeki tutanağı taratıyor ve karşısına çıkan Seçsis ekranına oy oranlarını yazıyor. Sistemin başındaki ekip bunu istediği gibi değiştirebilir. Seçsis’in arkasındaki kimseler girilen seçim sonuçlarını istedikleri gibi değiştirebilirler. Bu değişiklik üçüncü bir parti tarafından takip edilemez ve sonuçlar YSK’daki yargıçlara, bu yargıçların hiçbir bilgisi olmadan, onaylatılabilir. Dünyada Türkiye’den başka bu sistemi kullanan olmadığı söyleniyor. Çünkü hem sistem uluslar arası standart onaylı değil ve sinyallerin kripto yapılanması yok. Müdahaleye açık yani…

 

Sonuç olarak bir seçim oldu ve ortaya belki de birçoğumuzun onaylayacağı tek parti hükümeti çıktı. Bu hükümetin her şeyden önce “Barış Süreci’ni yeniden hızlı bir şekilde inşa etmelidir. Barış çatışan taraflar arasında olur, bunun dışındaki zihin antrenmanlarının toplumunda hiçbir karşılığı yoktur.

 

Geçmişte denen kirli ve karanlık yöntemlere son verilmeli. Yargı, hukuk, eşit paylaşım, ötekileştirme, öfke politikaları ve imhaya yönelme sağlıklı bir zemine çekilmeli ve insan fıtratının onay vermediği her türlü sapmadan vaz geçilmelidir.

 

Böl, parçala ve birbirine düşman et fitne politikaları yarar sağlamaz, bu nefret suçudur durdurulmalı. İnsan ve Müslüman olma perspektifinde, zulme karşı duruş sergilemek her bireyin sorumluluğudur. Bu referansla, direktifle veya özel siparişlerle yapılmaz. Önemli olan yapılan zulmün ucu bize dokunmadan, sıra bize gelmeden duruşumuzu netleştirebilmektir.   

 

“Sizden önceki nesillerin erdem sahibi olanları, yeryüzünde kötülüklere engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardığımız az kişi hariç... Zalimler ise, kendilerine verilen refaha dalıp şımardılar; böylece suçlulara katıldılar.” (Hûd-116)