Yaşlı bir adamın eşeği derin bir çamura saplanıp kalmıştı. Ne kadar uğraştıysa da hayvanı bataklıktan kurtaramadı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, dondurucu soğuk iliklerine işliyordu. Çaresizlik ve acı içinde kıvranan adam, sabaha kadar ağzına geleni sayıp etrafa lanetler yağdırdı. Öyle ağır sözler sarf etti ki ne dost kaldı dilinden kurtulan ne düşman, ne köy halkı ne de sultan…
İşte o an, kaderin cilvesi tecelli etti ve padişah o yöreden geçiyordu. Adam, öfke ve çaresizlik girdabında padişahın geçtiğinin farkında bile olmadan lanetler savurmaya devam etti. Fakat bir an sonra padişahın sözlerini duyduğunu anlayınca, utanç ve korkudan adeta yerin dibine girdi. Ne diyeceğini, nasıl özür dileyeceğini bilemedi.
Padişah ilk anda bu küstahlığa öfkelendi. Fakat kalbindeki merhamet galip geldi ve çevresine baktığında adamın çaresizliğini, eşeğin çamura battığını gördü. Zavallı köylünün haline acıdı. Öfkesini bastırıp adama altın, değerli bir at ve kürklü kaftan hediye etti. Çünkü bilge padişah şunu çok iyi biliyordu: “Öfke anında gösterilen merhamet, en büyük erdemdir.”
Bu ibretlik olayı duyan biri, yaşlı adama nasıl kurtulduğunu sorduğunda şu cevabı verdi:
“O anda dünyanın en kederli insanıydım. Aklımı kaybetmiştim, kendime hâkim değildim. Bu yüzden yakışıksız sözler sarf ettim. Padişah Efendimize gelince, o ulu sultan da ancak kendisine yakışır bir şekilde davrandı, ihsan ve ikramda bulundu.” (Sadi)
Peki ya siz? Hiç öfkenizin sizi yutmasına izin verdiğiniz, sonra pişman olduğunuz anlar oldu mu? Ya da birinin çaresizliğini görüp, öfkenizi merhamete dönüştürdüğünüz? Belki de bu hikâye, bir dahaki sefere "söylenmek" yerine "anlamak" için durup nefes almanız gerektiğini hatırlatacak…
Görev yaptığım yerlerden birinde vasıfsız bir memur gözüme girmeye çalışıyordu. Bir gün odama gelip, “Çalışanlardan biri hakkınızda ağır sözler sarf etti,” dedi. Kendisini susturmaya çalışsam da ısrarla konuşmasını sürdürdü. Sonunda odadan çıkmasını söylemek zorunda kaldım. Ardından tüm personeli toplantıya çağırdım ve şu açıklamayı yaptım:
“İşimiz doğası gereği stresli. Talimatlarım veya davranışlarım nedeniyle bana kızıp arkamdan eleştirebilirsiniz. Bu insani bir durum ancak asıl çirkin olan, o sözleri bana taşıyıp ispiyonculuk yapan kişinin davranışıdır.”
Hz. Ali (r.a.), bir savaşta düşmanını yere sermişti. Kılıcını kaldırıp vuracakken düşmanı yüzüne tükürdü. Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını indirip onu serbest bıraktı. Şaşıran düşman, “Neden vurmaktan vazgeçtin?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) cevapladı:
“Bu kılıcı yalnızca Allah için kullanacaktım. Sen tükürünce nefsim devreye girdi. Allah’ın işine nefsi karıştırmak doğru değildir.”
Bu hikâyeler bize öğretir ki:
● Öfke, insanın aynasıdır. En zayıf anımızda içimizde ne olduğunu gösterir.
● Merhamet ise bir seçimdir. Padişah gibi "gücünüz varken affetmek" veya Hz. Ali gibi "nefsinize rağmen adaletli olmak"…
Sessiz bir soru sormak isterim: Siz hangi tarafta olmak istersiniz? Yoksa öfkenin sizi ele geçirmesine izin verip, pişmanlıkla dolu bir hikâyenin kahramanı mı?
Unutmayın! Günümüz dünyasında öfke, sosyal medyada bir yorumda, trafikte bir kornada ve hatta en sevdiklerinize sarf ettiğiniz kırıcı bir sözde bile ortaya çıkabilir. Önemli olan, o öfke anını nasıl yönettiğinizdir. Belki de bu ibretlik hikâyeler, bir dahaki sefere öfkeyle tepki göstermeden önce içinizdeki o merhametli padişahı veya nefsine hâkim Hazreti Ali’yi hatırlamanız için güzel bir işaret olur…