Notre Dame’nin Kamburu

Abone Ol

Saat gece yarısına doğruydu. Bir mesaj geldi telefonuma. Açtım baktım. Fransa’ da yaşayan bir kuzenimden: “ Bizim Notre Dame yandı” . Mesaj aynen bu şekilde idi.

Bir kaç yıl önce, bir yurt dışı eğitim programı kapsamında gezme olanağı bulduğum Paris’teki tarihi büyük katedralin yandığını bana haber veriyordu. İlkin şaka yapıyor sandım. Ama şakaya gelinecek bir mesele değildi. ‘Bizim notre dame’ diye üstüne basa basa yazılan bir cümlenin şakası olmasa gerek. Başka bir ülkeden gelen bir insana “bizim” dedirtecek bir aidiyet duygusunun önemini zaten belirtmeye gerek yok. Hemen internete sarıldım ve kısa sürede acı gerçeği gözlerimde gördüm . Notre Dame’nin Kamburu yanıyordu. Her seferinde televizyonlarda arabaların, evlerin, fabrikaların yandığına şahit olan gözlerim nedense bu gerçeği görmek istemedi o an. Kuzenime verdiğim cevap geldi aklıma katedrali saran alevleri izlerken: “Nasıl olur ama, şimdi tüm anılarım da onunla beraber yandı.” Güya o ülkenin yüzlerce yıllık birikiminin yazıldığı kitapta benim de yazılı bir hatıram varmışçasına üzüldüm. Bu üzüntüme sebep olan elbetteki bir kaç saatlik gezme ile hafızama ve fotoğraflara kaydettiğim katedralin hatırası değildi. Yüzlerce yıllık bir tarih yanıyordu . Gotik mimarinin muazzam ve eşsiz bir örneği olan bir sanat abidesi yanıyordu. Dünya’nın ve ülkenin en kadim mimarisi ile süslenmiş bir baş yapıtı yanıyordu. Burada benim anılarımın yeri ne olabilir ki ? Yıllar öncesinde Hugo ’ nun yıkılmasına engel olmak adına ona ilham olan Notre Dame’ nin o Kamburu şimdi dünyanın gözü önünde yanıp yere yıkılıyordu. Kamburu saran alevleri çaresizce izlemekten başka elinde hiç bir şey gelmeyen binlerce Fransız’dan biri de bendim o an. Bu dediğimi sahici bulmayabilir veya abarttığımı düşünebilirsiniz . İnanın bana bu duygu sahiplenmesi gereken evrensel bir mirasın yaşattığı bir duygudan daha fazladır. Bu mirasın korunmasını dilemek için Fransız olmaya gerek yoktur. Hemingway’i hatırlayalım ne diyordu: “ İnsan ada değildir, bütün de değildir tek başına, anakaranın bir parçası, okyanusun bir damlasıdır; bir kum tanesini bile alıp götürse deniz Avrupa küçülür...” Şimdi insanlığın değerli bir mirası gözlerimin önünde yok oluyordu . Ve ben duyguda eksiliyordum, fikirde eksiliyordum, düşüncede eksiliyordum; bedenimin ayakta kalmasına mukabil. Biz eksiliyorduk, biz yok oluyorduk... Biz, insanlığın ortak mirası sayılan parçalarımızdan birinin kopmasıyla eksiliyorduk. Elbetteki bu üzülecek bir noktadır . Elbette dünyanın neresinde olursa olsun bu duygu birlikteliğini sağlayan insanların olduğunu biliyorum. Kuzeyde, güneyde; doğuda veya batıda. Ne fark eder ? İnsanın ortak bir duygu yaşaması için ile de aynı toprağa mı basması gerekir? Bir Fransız gibi konuşmuyor veya bir Fransız gibi giyinmiyor olabiliriz. Ama bu, günün birinde bir Fransız gibi üzülmeyeceğimiz demek değildir. Acının rengi yoktur. Duygu ortaklığı için milli ortaklık bir gereklilik değildir. Ama tüm bunlara rağmen o gün bu yangının çıkmasında zevk duyduğunu söyleyen bir takım kişiler gördüm sosyal medyadan . Bunu neden söylediklerine yönelik iddia şu: “ Yok efendim doğuda falanca ülkedeki savaşta yıkılan binlerce yılık camiye neden insanlar üzülmedi, neden bunun kadar tepki görmedi”. Hem sonra “ oh olsun gavurlara iyi olmuş” gibi söylemler. İşin sosyolojik ve psikolojik gerçeğinden uzak bu söylemlere diyecek bir kaç sözüm var elbette; ama bunu demeden önce şunu dile getirmeliyim ki insanlığın ortak mirası olan bir şeyin yok olmasını izlemekten daha acı olan bir şey varsa o da buna sevinenlerin varlığına şahit olmaktır . İnsanın; yapıcı, yaratıcı, şekillendirici olması gereken insanın, bunlardan haz alması gereken insanın yıkımdan ve yok olmadan haz almasından daha acı, daha korkunç bir şey var midir? Gelelim işin psikolojik ve sosyolojik yönüne. Ve pek kısaca kendi penceremden bakacağım olaya. Öncelikle doğuda ilk defa falanca bir ülkede savaş olmuyor. Ve ilk defa bir mabet yıkılmıyor; üstelik bu yıkım pek de tabii şartlardan değil yine bizzat insan eliyle yapılıyor. Yaşamamın değil ölümün yüceltildiği bir coğrafyada, inşa etmenin değil yıkmanın, yok etmenin revaç kazandığına niye şaşırır ki insan ? Her asır, her dönem, her yıl ve belki her gün yaşanan bu gerçeğe alışmış bir toplumsal bellekten nasıl bir tepki ortaya konulması beklenir ki? Söyler misiniz bana savaşın ve kavganın olmadığı, uzun bir dönemin yaşandığı; mutlu, huzurlu, adaletli ve demokratik bir doğu ya da orta doğu ülkesi var mıdır? Yıkımların, yangınların kol gezdiği bu coğrafyada; hayata kalmanın adeta bir başarı olduğu bu topraklarda çıkan hangi yangın dünyayı ayağa kaldırır . Kendimizi kandırmayalım ayağa kalkması gereken biri varsa o da biziz. Kendi yarattığımız yangınlara başkalarından bir tas su dökmelerini istemeye hakkımız yok. İnsanın, yaşamın yüceltilmediği bir coğrafyada kimse yücelen duvarların yıkılmasından haz duymadığı gibi üzüntü de duymaz . Öte yandan bütün muhtelif farklılıklarıyla yılarca bir arada yaşamayı öğrenmiş ve bu yaşantıyı büyük bir zenginlik olarak gören bir coğrafya. Beraber yaşamayı inşa etmeyi başarmamış bir toplumun dünyaya anlatacağı bir hikayesi var mıdır?

Sanmıyorum.