İnsanoğlu yeryüzünde var olduğundan bu yana hep bir hak arayışı içerisinde olmuştur. İnsan haklarıyla ilgili bu serüvenin ilk yazılı hali, Orta çağdaki en parlak metni olan Medine Sözleşmesi, barış içerisinde ve huzurla yaşamanın çerçevesini çizen erken dönem sözleşmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunan, Roma ve Mısır toplumlarında yaşanılan kölelik anlayışı önemli filozoflardan olan Platon, Aristoteles, Hegel, Kant… Tarafından desteklenirken, bu duruma en önemli cevabı Veda Hutbesi’nde Peygamber efendimiz tarafından verilmiştir. Veda Hutbesi; yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, kişisel hak ve hürriyetler, özel hayatın gizliliği, eşitlik hakkı ve kadın haklarını bir söylem ve erdem etiği olarak evrensel bir dille kurarak insanı merkeze alan haklar sistematiğinin tarihsel birikimine esaslı bir katkı sunmuştur. Bu süreç değişik medeniyetlerle yeni oluşumlar kazanmıştır. Fakat bu durum dünya geneline yayılmasından ziyade belli toplulukların çıkarına hizmet ettiği görülmüştür.‘’Bu doğrultuda modern insan hakları pratiği; yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde sözleşme külliyatının oluşturulması, modern anayasalara haklar bildirgesinin içkenleştirilmesi ve Soğuk Savaş sonrası dünya siyasi tartışmalarında insan haklarının uluslararası meşruiyet kriteri olarak kabul edilmesi sonucunda yasal ve siyasi olayların yakınsamasıyla politik bir görünüm kazanmıştır( Modern Çöküş 2023).’’
Konuya hem kişiler hem de devletler bağlamında değinmek istiyorum, ki burada devletler kadar kişilerin içerisinde bulundukları ruh halleri, onları yeni dünyanın gönüllü kölesi haline getirmiştir. Yani devletler kadar kişiler de insan haklarının işlenirliliğinde önemli bir etkiye sahiptirler. Kişilerin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri, hırsları ve beğenilme endişeleri var olan kapitalist dünyanın gönüllü köleleri hali getirmiştir. Ve bu kişilerin bu kölelik altında kaldıkları süre içerisinde dünyada gerçekleşen realitelere her vakit kayıtsız kaldıkları, hatta kulak tıkadıkları da bir gerçektir. Kişilerin ne kadar duyarlı olduğuyla ilgilidir insan hakları. Eğer kişiler gönüllü olarak katıldıkları bu kölelikten kafalarını kaldırmazlarsa, öbür taraftan insan hakları adı altında birileri daha da güçlenecek ve insanlara daha da zülüm edeceklerdir. Kişilerin akıllarında, fikirlerinde, bedenlerinde hiç olmadığı kadar tasarruf sahibi oldukları görüşü, kişileri insani niteliklerden fersah fersah uzaklaştırmıştır. Benim hayatım, benim yaşamım, benim görüşüm ve benim bedenim anlayışı ile sadece bugüne ve beğenilme tutkusu ile yapılan bir çok davranışlar öbür taraftan birilerinin değirmenine sular taşımaktadır.
Devletler çerçevesinde insan haklarına bakıldığında ise, özellikle 20. Yüzyılda insanlığın çöktüğü ve belli güçlerin sürekli güçlendiği bir yüzyıl olmuştur. İnsan ticareti, sığınmacılar, mülteciler, islamafobi gibi yüzleşmekte olduğumuz küresel insan krizleri, trajediler ve yıkıcı savaşlar karşısındaki etkisizliği ile insan hakları adeta ölüm uykusuna yatmıştır. Binlerce yıldır ortaya atılan insan hakları ile ilgili antlaşmalar, sözleşmeler hep sınıfta kalmıştır. Hiçbir vakit somut adımlar atılma konusunda irade gösterememiştir, insan ölümleri, çocuk, kadın, yaşlı ölümlerinin en yoğun olduğu dönemden günümüze dek hiçbir katkısı olmamıştır. İnsan hakları taraflardan birinin güçlü devlet olması haklı olmasını adeta gerekçe kılmıştır ve zulümlere çanak tutmuştur. 20 yüzyılın modern uluslararası insan hakları rejiminin gerçek amacını oluşturan hak taleplerinde evrenselleştirilebilir bir söylem düzeneğinin yaratılamadığı görülmektedir ve sadece belli taraflara hizmet ettiği açıkça itiraf etmektedir. Bir diğer ifadeyle modern insan hakları sistemi vaat ettiği maddi eşitlik hedefini gerçekleştirememektedir, bir taraf bu haklar sayesinde sürekli zenginleşirken öbür taraf bu haklar altında adeta suçluymuş gibi sürekli ekonomik kıyımla baş başa kalmaktadır. Uluslararası hukuk, insan haklarını koruma mekanizmaları ve bunların referans noktasını oluşturan temel insan hakları ilkelerinin ve söylemlerinin çoğunlukla jeopolitik yönelimli olduğu görülmektedir.
Bugün sosyal medyaya girdiğimizde ya da herhangi bir medya organına baktığımızda karşımıza çıkan ilk haberin Filistin olduğunu görmekteyiz. Ve bu konu insan haklarının en önemli sınavı olduğunu ve bu sınavda insan hakları antlaşmalarının kesinlikle sınıfta kaldıklarını söyleyebiliriz. ‘’İsrail’in sivilleri de hedef alan, adeta katliam niteliğindeki saldırıları neticesinde en büyük zarara, kırılgan gruplar içinde yer alan ve uluslararası savaş hukuku gereği öncelikli olarak korunması gereken kadınlar, yaşlılar ve çocuklar uğramaktadır. İsrail en ağır insanlık suçunu işleyerek, Gazze’de insanların en temel gereksinimlerine ulaşamamasına, hastanelerin, ibadet yerlerinin, sivil yerleşim alanlarının bombalanmasına ve temel hak ve özgürlükler ile insancıl hukukun temel ilkelerinin ihlal edilmesine sebep olmaktadır. İsrail’in bir devlet politikası olarak yürütmüş olduğu Filistin halkına yönelik sistematik, kuşatıcı ve yok edici eylemleri reelde insancıl hukuk ilkeleri süzgecinden irdelendiğinde apaçık bir soykırım suçu oluşturmaktadır. Tüm bu gelişmeler, hâkim insan hakları retoriğinin küresel reel politikle olan çelişkilerini gözler önüne sermektedir(Modern Çöküş, 2023). Burada insan hakları savunucuların insanın ve zülüm görenlerin tarafında olmasını beklerken, maalesef olan bitene yüzyıllardır olduğu gibi kulak tıkamışlar ve güçlünün tarafında olmayı seçmişlerdir. Bu durum, şüphesiz, modern insan hakları sisteminin vadettiği maddi eşitliğin sağlanamadığının açık bir tezahürü olmaktadır.