Mehmet'in Hikayesi

Abone Ol

Etrafındaki herkes gibi ben de sadece adı kadar tanıyordum onu. Adının Mehmet olmasından başka hakkında en ufak bir bilgiye sahip değildim o zamanlar; şimdikinin aksine. Geleceğe yolculuk var mı bilmiyorum ama eğer geçmişe yolculuk yapmak gibi bir seçenek verilseydi bana, işte o zamanlar onu daha iyi tanıyabilirdim. Beynimde defalarca geçmiş ile şimdi arasındaki yaptığım yolculuklarda da o vardır. İnsan geçmişini değiştiremez bunu çok iyi biliyorum. Ama geleceğin müphemliğinde onu nereye konumlandıracağım onu da bilmiyorum. Gelecek kapalı bir zarfın içindeki mektup gibi duruyor. Geçmişin karanlık izleri gibi geleceğin zayıf ve sisli ışıltıları da düşüncelerimi rahatsız ediyor.  Onu yazmak isteğim bu rahatsızlığın tasviridir belki de. Çünkü onu şimdi iyi tanıyorum. Size çok iyi tanıdığım Mehmet’i anlatabilirim.

O zamanlar henüz çok taşlı ve çok dağlı bir coğrafyada yaşadığımı bilmiyor olacağım ki ben de diğerleri gibi ona aynı muameleyi yapmaktan geri durmazdım.  Çetin yaşam koşullarının hüküm sürdüğü bu coğrafya en zorlu şeyin dağ, taş ve iklim olmadığını çok sonraları idrak edecektim. Dağları delip tüneller açan canım insanların düşünce tünellerinde nasıl boğulduklarını, o tünelleri aşamadıklarını geç anlayacaktım. Mehmet'in geçmişinde o tünellerde saplanıp kalan,  onun önüne yığınca engel çıkartan düzinelerce insan vardı. 

Varlığın düşünce ile anlam kazandığını, düşüncesizliğin nasıl büyük kayıplara yol açtığını kısacası sonrasında üzerinde epey kafa yoracağım bu insan buluşu olan ‘düşünce’nin cenin haline bile bürünmeden ölü doğduğuna o zamanlar şahitlik edecek düşüncede değildim. Düşüncesizliğimin affını istiyorum.

Mehmet ve niceleri bu düşüncesizliğin ağır hükmü altında değiştiler, başkalaştılar, farklılaştılar ve nihayetinde toplumun onları kabul etmediği bir çemberin içine düştüler(Yalnızlık/Yalıtılmışlık Çemberi diyorum buna). Artık bu çemberin içinde olmak ile olmamak arasında geçecek büyük bir savaş bekliyordu onları. Şimdi dönüp baktığımda ise birçoğunun o çemberin içinde olduğunu ve o savaşı kaybettiğini görüyorum. “Savaşların kazananı olmaz” derler. Ahh! Keşke bu savaşın kazananı olsaydı. Keşke kazansaydı o savaşı Mehmet. Olmadı. Ağır, çok ağır bir yenilgi ile kaldıkları yerde kaldılar. Çıkamadılar çemberden. Hala o çemberin içinde olan Mehmet’i ise artık hiç bir mücadele oradan çıkartacak gibi değil. Kalın duvarlar ve devasa bariyerler duruyor o çemberin önünde artık.

Henüz ilkokul yıllarıydı. Belleğimde kalan ve hiç silinmeyecek olan şey Mehmet’in zorla okula götürülmek istendiği ve gitmeyince de yaka paça edilerek götürüldüğü anlardı. O zamanlar henüz öğrencinin hayır deme şansının olmadığı, şimdiki tabirle ‘klasik eğitimin’ öğretmenin elinde bir kırbaca dönüştüğü bir dönem idi. Bu kırbacı fazlasıyla yemişti Mehmet. Bir profesörün aktardığı “ Öğretmenin zalim olduğu dönemde talebe oldum, talebenin zalim olduğu dönemde öğretmen oldum ”  şeklindeki dönemin talebesiydi Mehmet.

Ah Mehmet, bahtsızım sen neler gördün!

“Geri zekâlı bu çocuk” diyen öğretmenin talihsiz talebesi Mehmet,

“Eti senin, kemiği benim” denilen köhne paradigmanın kurbanı Mehmet,

“İtaat ve ceza” yasasının yargıladığı savunmasız mahkûm.

Geç anladım.

Geç anladım senin okula gitmek istemeyişini.

Geç anladım korkularını.

Geç anladım kaçmalarını.

Geç anladım, geç anladığını.

Senin de hayatı pek çok kişi gibi gecinden yaşadığını, geç öğrendiğini anlamalıydım. Eğer o zaman anlamış olsaydım tüm ruhumla itiraf etmeliyim ki sana yardım edebilirdim. Senin bedeninin incinmemesi pahasına ruhumu incitmeye hazır edebilirdim.

Ortaokula geçmişti Mehmet. Yani eski sistemdeki beş yıllık süreç bitmiş, sonraki üç yıllık ortaokula geçmişti Mehmet. Yıllarca durmadan değişen ve beynini allak bulak eden eğitim sistemi bir türlü ona istediğini vermiyor; hep ondan alıyordu. Zaten diğer beş yıl da eziyet ile geçmişti. Okul-aile- eğitim sistemi arasında nasıl geçtiğini anlamadığı beş yıldan sonra kendini yatılı okulda dünyaya yeni gözünü açan bir yavrucak gibi bulmuştu.

Bu evre hiç kolay olamayacaktı Mehmet için. Akran uyumsuzluğu, problem davranış, öğrenme gecikmişliği bir kartopu gibi büyüyüp büyüyecekti. “Oğlum senin bu kardeşin hiç senle abine benzemiyor” diyen öğretmen onun farklılığını anlamıştı ama bunu “ tembel olmak” şeklinde yorumlayacaktı.

Bir çok öğrenci gibi Mehmet’in da farklı eğilimleri olduğunu, farklı yetenekleri olduğunu, kimi eğitimcilere (Gardner; çoklu zeka kuramı) göre farklı zeka türüne sahip olduğunu, kısacası ne ‘geri zekâlı' ne de 'tembel' olduğunu çokları gibi ben de çok sonraları anlayacaktım. Bunun o zaman birileri tarafından anlaşılmamış olması ise hepten bir yürek burkulması bırakıyor ardında. Anlaşılmamış kuşağın en zayıf halkalarından biri oldun sen Mehmet! Oysa ne kadar da güçlü olabilir ve ne harika şeyler yaratabilirdin! Olmadı Mehmedim...

Bir gün öğretmenlerden birinin Mehmet’i çok kötü fiziksel şiddete maruz bıraktığını arkadaşlarından öğrenmiştim. Sebebi onun ödevlerini yapmaması ve sorduğu sorulara cevap vermemesi imiş. Bu, bir öğretmen için “o zamanlar ” kendince güçlü bir sebep sayılırdı; ama Mehmet için telafisi olmayan sonuçlar yaratacaktı. Bunun gibi sayılmayacak kadar çok örneğe maruz kalmanın tek gerekçesi bu olmamalıydı. Fiziksel, sözlü, psikolojik ya da tanımlayamadığım kahrolasıca pek çok şiddetin cenderesinde henüz küçücük bedeniyle erkenden uğraşan Mehmet'in ne denklemler ile ne de formüller ile arası asla düzelmeyecekti.

“Kişide öğrenme yaşantıları yolu ile istendik davranış değişikliği oluşturma süreci” diye tanımlanan eğitim, yanlış eğitimcilerin eliyle Mehmet’i istemediği davranış değişikliğine doğru sürüklüyordu. Sonunda istenmedik ne kadar davranış varsa kazandı Mehmet. Ergenlik dönemi ile beraber çıkmaza giren öğrenme süreci artık ne onun ne de öğretmenlerin kontrol edemeyeceği bir sürece evrilmişti. Anlaşılmayan düşünceler kafasında büyük infilaklar yaratıyor, bu da onu özelde yakın çevresinin; genelde ise toplumun uyumsuzu haline getiriyordu. Kimilerince tembel, kimilerince geri zekâlı, kimilerince uyumsuz olarak görülecek Mehmet daha sonra hayatının en kötü etiketini yiyecekti: “Özürlü”.

Daha fazla dayanamadı bünyesi. Okul- aile- eğitim sistemi ve son olarak bu zincire eklenen toplumsal baskı onu tümüyle yalnızlığa/ yalıtılmışlığa itti. Hiç kimse bu çocuk neden böyle düşünüyor ya da neden böyle davranıyor diye en küçük bir çaba sarf etmiyordu. Buna ben de dahil. Henüz ne Wundt’u ne de Freud'u duymayan ben, insan psikolojisini anlamaktan da epey uzaktım.

Toplum- kitle psikolojisi onun psikolojisini fena sarsmıştı ve sonunda bireysel psikoloji toplum- kitle psikolojisine yenik düşmüştü. Toplumun gözünde artık psikolojik bozukluğu olan bir vakadan öte, bir ‘özürlü’ ya da kaba tarifleri ile bir ‘deli’ vardı. El birliğiyle  delirtmiştik onu. Çocukluğundan ergenliğe kadar yığınla sorun ile savaşan Mehmet çemberin içine çekilerek beyaz bayrağını çekmişti. 

Atık sınıfının uyumsuzu değil o. Ne tembellik yapacağı bir Türkçe dersi ne de bilinmeyenlerini bilmek zorunda kalacağı bir Matematik denklemi var hayatında. Üstelik onu azarlayacak, örseleyecek öğretmenler de yok. 

Kendi yalnızlığında, kendi çemberindedir o artık. Kimsenin onu oradan çekip çıkarmasına rızası yok. Onu artık yalnızca beyaz hap dedikleri küçük zehirli kimyasallar durdurabiliyorlar.

En yakın arkadaşları Klozapin, Asenapin, Zyprexa, Risperdal olacaktır.