MEHMET AKİF ERSOY

Abone Ol

      “Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer yedi iklimi cihanın duruyor karşısında, Ostralya ile beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk”(M.A.E)

      Çok yormadan, laf kalabalığına düşmeden sizlere Milli Şairimizin insani vasıfları hakkında yorumlar sunmaya çalışacağım. Kimdir? Eserleri nelerdir? Neler yapmıştır? ... Bu soruların cevaplarına günümüzde çok rahat bir şekilde ulaşılabilir olması beni daha farklı neler yapılabilirlere yönlendirdi. Ben de sizlere bilinenin aksine yaptığımın araştırmaları sade bir şekilde sunacağım. Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un ‘Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın’ dediği o hepimizi gururlandıran, tüylerimizi diken diken eden, kelimeleri bir top mermisi kadar ağır ve güçlü o şiiri milletine hediye etti. İlhamını Allah’tan aldığını, kalben hisseden Milli Şairimiz bu şiiri Safahat’ına kendi kitabının içerisine de almadı ve ‘Bu şiir millete aittir.’’ Dedi. Millete İstiklal Marşı’nı hediye ederken o içinde bulunduğumuz dönemi hatırlayacak olursak, kendisinin Çanakkale destanında dediği gibi yedi düvelin coğrafyamıza, istiklalimize ve özgürlüğümüze saldırdığı bir dönemdi. Tek vücut olmuş Ankara’da bir avuç inanmış insanın bu ülkenin bağımsızlığı ve özgürlüğü için bir araya gelip mücadele ettiği yıllarda o istiklal marşını, o güzel kelimeleri, milletin ve cephedeki askerin ruhunu okşayan, ona cesaret veren, bu milletin vatanına ve toprağına sahip çıkmasını sağlayan dizeleri kaleme geçirdi. Akabinde mecliste en başta tabi Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün alkışlarıyla karşılanan, okunduğunda herkesin ayağa kalktığı İstiklal Marşı millete hediye edildi.

           Milli Şairimizin geçmiş zaman ve gençler hakkında söyledikleri de bir eğitimci olarak benim için çok önemli bir konuma sahiptir. ‘’Duygusuz olmak kadar dünyada lakin derd yok; Öyle salgınmış ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok! Kendi sağlam… Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin! İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin!’’, "Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!’’, ‘’Gençlerin, marifet (bilgi) ve fazilet (ahlak) sahibi olmaları ancak tahsil ve terbiye ile ( eğitim ve öğretimle ) mümkün olacaktır.’’ "Hadi tahsilini ikmâle tez elden, hadi sen !" … Akif burada gençlere açıkça tavsiyelerde bulunuyor. Tarihin ve milli geçmişin doğru değerlendirilmesi, gerekli dersleri alırken kendi dönemi içerisinde tartmasının gençler için önemini anlatmaya ve ilim yolunda yorulmaya davet etmektedir.  Çok zor günlerden ve dönemlerden geçtik. Maalesef tarih okuyuculuğumuzu da çok farklı yapıyoruz. Bugünden geçmişi ve tarihi okumaya çalışarak eleştiri yapıyoruz, o yüzden de gençlerimiz o dönemlerin kıymetini bilmiyor. Çok kolay eleştiriyorlar geçmişin tarihini. Şöyle olsaydı, böyle olsaydı diye konuşuyorlar ama o günkü durumlarda ve şartları düşündüğümüzde çok da kolay olmadığını görüyoruz. Akif, belki gençlere tarihin dununu bugün ile karşılaştırırken acımasız olmamamızı direk söylemiyor ama söylediği her sözde bunu nakış nakış işlemiştir. Bizlere düşen bu nakışlara yaraşır yorumlarla süslemek olmalıdır.

        İstanbul İdadisinde hocası olan Muallim Naci, Mehmet Akif hakkında; 'Bu çocukta gördüğüm cevheri, kimsede görmedim' der. Hiçbir şey ani değildir ve hiç hesapta yokken ortaya çıkan bir yetenek yoktur. Kişide var olan anca güzel işlenince ortaya çıkar, Bir Akif, ben yapabilirim, bende o yetenek var demiştir ve o yeteneği Allah ona bahşetmiştir. Önemli olan bu cevherin kimin eliyle parlatıldığıdır. Akif’in babası Akif’in ilk öğretmeni olmuştur ve dahasın da yolunun kesiştiği her kişi bizim için edebiyatımız için var olmuş ve var olmaya devam eden kişilerdir.

           Akif’in torununun bir gazeteye verdiği röportajının önemli bir kısmını sizlerle de paylaşmak istiyorum çünkü aileden olanın vereceği bilgiler bizim için kıymeti daha da fazladır.  "Aslında dedem ne kendi zamanında ne de şimdi tam olarak anlaşılmış değildir. Çünkü çok yönlü bir insandı. O kadar çok yönü var ki, bir yönünü bilen öbürünü bilmezmiş. Kendisi de anlatmazmış; ben şairim, güreşçiyim, yüzücüyüm diye. Mesela, Mithat Cemal onu ilk tanıdığında Arapça bilen bir şair olarak düşünmüş. Hatta söylediği Fransızca bir kelimeyi anlamadığını zannedip “Zavallı adam anlamadı mahcup oldu” der anılarında. Ama sonra bakmış ki, Fransızcayı ana dili gibi hatta bir kitabı anında çevirebilecek kadar iyi biliyor; mahcup olmuş. 

         Dedemin bir Berlin ziyareti var. Biz Almanlarla müttefikiz, yanlış tarafta olduklarını anlatmak için esir alınan Hintli Müslümanlara camide vaaz veriyor. Orada 6 ay gibi bir sürede işleri bitiyor, vaazlar veriyor ve laboratuvarları geziyor. Atomu keşfettiklerini görüyor. Safahat’ta bize bunu anlatır. Büyük üzüntü duyuyor orada yapılan çalışmalardan; onların ne kadar çalışkan olduklarını ve bizim tam tersi bir halet-i ruhiyede olduğumuzu söyler. Oradan dönüşte Necid Çöllerine giderler, Lawrence oradadır. Dedem ve beraberindeki heyet çok zorlu bir yolculuk yaparlar. Dedem Berlin’den beri hep Çanakkale’yi merak eder. Çünkü bu süreçte Çanakkale’de müthiş bir savaş var ve kaybedilirse her şey gidecek. Nihayetinde Necid Çöllerinde El-Muazzama diye bir istasyonda Çanakkale’nin geçilemediği haberini alır. Sabaha kadar bir ahıra çekilir, şükür namazı kılarak Allah’a dua eder; “Allah’ım emanetini şu destanı yazmadan alma” diye. Sabah Çanakkale Destanı şiiri bitmiştir.

            Son olarak kısaca Akif’in bilime yaklaşımından bahsetmek istiyorum. Mehmet Akif, devrin bazı hocalarına da eleştirilerde bulunur, Müslümanların tıp, fen gibi bazı konularda geride kalmasına göz yummalarına karşı çıkardı. Bir gün Fatin Gökmen ile bu mesele hakkında konuşurken münakaşa uzamış, görüşlerini İmam Gazzali'nin eserine dayanarak açıklamıştı. Fatin Gökmen Bey, bu hatırasını şöyle anlatır: "Hocalara da şiddetli hücumlarda bulunurdu. Bir gün bizde konuşurken söz hocalara intikal etti. Keskin hücumlara başladı. Birçok yerde haklı idi. Müfrit (aşırı) noktalarını biraz tâdîl (düzeltmek) etmek istedim. Münakaşa uzadı. En son bana dedi ki: "Hoca, İhyau Ulûm'un var mı?" "Var" dedim. Birinci cildini istedi. Kudretli bir müdafaa silâhına sarılacağını anlamakta gecikmedim. İlim bahsini açtı, lâzım gelen yerlerini okudu. Dedi ki: "Hayat-ı beşere âit (insanların yaşaması için lüzumlu) ilimleri, meselâ tıp ilmini öğrenmek farz-ı kifâye mi?" "Evet" dedim. "Bunun istinâd ettiği (dayandığı) ilimler de farz-ı kifâye olur mu?" "Evet" "Cemiyet hayatına ait ilimler, fenler, meselâ en basiti lüks olmayan mensucat imâlini[dokumacılık] öğrenmek ve dokumak farz-ı kifâye mi?" "Evet öyle olması lâzım. Gazâli öyle söylüyor."