Dursun Odabaş, 1992 de Konya Selçuk Üniversitesinde, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları dalında başarılı bir akademisyen iken, kendisine Van Y. Y. Üniversitesi bünyesinde hizmet verecek olan, Tıp fakültesini kurma görevi verildi.
Dursun Odabaş, bu görevlendirilmeden kısa bir süre sonra, Konya’daki çalışmalarını bırakıp, terörün diz boyu olduğu ve insanların görevli gelmekten korktuğu, uzak durmak için azami çaba sarf ettiği Van a geldi.
Van da kurması istenilen tıp fakültesi binası, hastane olmamak için tüm şartlara sahip, daha evvel öğretmen yatılı okulu olarak kullanılmış bir yapı idi. Bununla beraber, kurulacak olan fakültenin ne bir bütçesi, nede buraya kaydırıla bilinecek ekipman vardı.
Dursun Odabaş tüm bürokratik gereklilikleri hallettikten sonra, çoğu kendi dostlarından oluşan, alanlarında kendilerini kanıtlamış vizyon sahibi akademik bir kadroyu Van a getirip, fakültesinin rükünlerini oluşturdu.
Ekibi ile beraber oluşturdukları rota doğrultusunda, üstünde oturulacak sandalyesi dahi bulunmayan binada, hasta muayeneleri ile işe başlanıp, bundan elde edilen para ile ilk demirbaşlar alınmaya, sağlıklı, planlı bir hızla, taş üstüne taşlar konulmaya başlandı.
Odabaşı ve ekibi, isminden başka hiçbir şeyi bulunmayan bir fakülteden; döner sermayesinden beş yıl boyunca, hak edişlerinden tek kuruş almadan, sayısız fedakarlıklara imza atarak modern ekipmanlarla, olması gereken her dalda hizmet veren, sadece Van’ın değil, tüm doğunun sağlık ışığı haline gelmiş bir hasta hane oluşturmayı başardılar.
Doktorumuz, Van da kaldığı süre içerisinde, tıp fakültesinin bir tarafları hep inşaat halinde olmuş, her gün yeni bir şey eklenmiştir.
O, gün içerisinde, bazen doktor, bazen fakülte inşaatının mimarı, mühendisi, bazen hasta hane müfettişi, bazen temizlik personeli eğitmeni, bazen refakatçinin moral koçu, bazen personelin veya hastanın dert babası olmak gibi sayısız görevi ifa etmeyi de ihmal etmiyordu.
Kültürle yoğrulmuş babacan tavrı, karşıdakinde sevgi ve saygı uyandıran bu değerli ‘adam’, personel tarafından aynı zamanda en korkulan kişi profilini de oluşturuyordu. Odabaşı, makam koltuğunda döne döne oturan yöneticilerin aksine; saha içerisinde, her renk insana ellerini uzatmasını bilen, fikri zikrine, zikri yaşantısına aksetmiş bir âlim, modern bir dervişti.
Dursun Hoca, yurt genelinde sağlık sisteminin pek de iyi olmadığı, hasta hane rehinleri gibi skandalların olağanlaştığı, her gün birilerinin orasında burasında ameliyatlar esnasında unutulmuş araç gereç haberleri okuduğumuz bir dönemde; “Hasta hayatı her şeyden önemlidir” düsturunu korumuştur. Hoca yine gariban doğu insanının bürokrasi bataklığına saplanıp, hasta hanesinde zelil olmasına izin vermemiş, insan yaşamını ve onurunu üst noktada tutan aksiyonlarla, muhatap toplumun gönlünü kazanmıştır.
Hastane personeli üzerinde kurduğu dengeli disiplinden, kurallardan asla ödün vermemiş, yeri geldiğinde yaka kartını takmayan başhekimi yemekhane kapısından çevirerek, yeri geldiğinde, hasta odası yakınında sigara içme umursamazlığını gösteren asistanın, suratının ortasına bir tokat indirerek, kuralların hayatiyetine verdiği önemi herkese göstermiştir.
Odabaş, kararlı duruşunu sigara konusunda da göstererek, hasta hane tuvaletlerinde dahi sigara içilmesine müsaade etmemiş, kendi ‘dumansız hava sahası’nı kurmayı başarmıştı.
Tütün kaçamağında yakaladığı personele söylediği ‘zıkkım içesiceler’ sözü, Odabaş tarihinin tek küfürlü sözcüğü olarak belleklerde yer etmiş ve nakledilmiştir.
Asistanından dinliyoruz: “Dursun Hocaya illaki yakalanacağımı bildiğim için hasta haneye geç kalmamaya son derece özen gösterirdim. Bir gün nasıl oldu ise geç kaldım. Başım önümde, acaba hocayı nasıl atlatabilirimin hesabını yaparak içeri girdim. Bir yandan da telaşla etrafa bakınıyordum. Bereket versin, Dursun hoca ortalıklarda yoktu. Tam derin bir nefes alıp merdivenlere adım atmıştım ki, o an hocayı karşımda buldum. O önde, birkaç arkadaş arkada aşağıya iniyorlar. Bir anda kilitleniverdim. Hazırladığım tüm bahanelerde bir bir uçup gitti. Hocam, kenara çekilerek bana yol verdi ve değerli bir misafiri karşılıyormuş gibi bir hareket yaparak ekledi: Ooo… Hoş geldiniz, hoş geldiniz… Hayırlı sabahlar…Diyerek noktayı koydu. O an sandım ki bir kova dolusu soğuk su başımdan aşağı döküldü.”
Yaptığı her şeyde, sorumlu olduğu insanların hayrını düşünen, düşüncelerini hayata geçirirken de, kendine has tarzı ile her gün güzel bir yeniliğe imza atan Odabaş’ın; ‘Hastanın ihtiyacı var’ deyip, filmlere konu olacak bir maceradan sonra kiralayarak getirdiği MR cihazı serüveni hâlâ anlatılır.
O zamanın Erzurum’un da bile MR cihazı bulunmazken, YYÜ Araştırma Hastanesi’nin bu cihaza sahip olmasını, bunun için dökülen alın terini, cihazın hastalar için ne anlama geldiğini, yazıya hangi sözcüklerle dökeyim bilemiyorum.
45 Yaşında, dekanlık makamında oturan bir Profesör ve her dakikası ile para basabileceği muayenehanecilik madenini elinde bulunduruyor iken, işin maddi perspektifine asla prim vermeyen; o yaşta, evi, arabası, yatı, katı, karısının kolunda mücevheri olmayan bir doktordu Odabaşı.
Onun Van’daki aksiyonerliği sayesinde, olağanüstülenmiş gariban doğu insanının doktor korkusu, doktor sevgisine; itilip kakılmaya alıştırılmış bünyesi, Araştırma hasta hanesinin şefkatli yüzüne kavuştu. Fakültede yan dallarda eğitime büyük önem veren Odabaş, bu konuda birçok akademisyenin kendisini geliştirip, daha kaliteli hizmet vermesinin önünü açmıştır. T.C tarihinde ilk kez bir tıp fakültesi bünyesinde “Anne Oteli” açmış bunu yaparken de anne ile bebek arasındaki bağı korumanın bir temel olduğunu anlatmaya çalışmıştır. En iyisinden bel fıtığı hastası da olan Odabaş kurduğu Araştırma Hastanesi Tıp Fakültesi’ni bir eğitim ocağı gibi işletmiştir.
Ta ki, Ekim 1998 tarihinde, hepimizin bildiği başörtülüye yapılan zulme karşı gerçekleştirilen “Özgürlük için el ele” yürüyüşçüleri onun hastanesinin önünden geçinceye kadar. Takriben 100 kişilik bir bayan grubu bu zulme karşı sessiz yürüyüşte.
Odabaş, her zamanki gibi akıl ve vicdan terazisinin harekete geçmesiyle, zaten döndüre döndüre oturamadığı dekanlık koltuğunu hiçe sayarak, dışarı çıkıp, kadınların sessiz çığlığına ortak oluyor ve onlarla 100 metre kadar yürüyor.
Ben olanları akşam haberlerinde izlediğimde -ki o zamanlar yirmili yaşlardaydım- bu adamın yiğitliği karşısında donakalmıştım.
Neden mi?
Anlatayım: Memleketin o zamanki halini kafanızda canlandırın. Olağan üstü haller, faili meçhuller, terör, düzene karşı gelen seslere inen darbeler, insanlara yapılan itibarsızlaştırma ve sindirme politikaları; ayrıca halk arasında düzeni temsil eden her şeye karşı duyulan müzmin korku. Evet, bunları hatırlarsanız şaşkınlığımın sebebini anlarsınız. Vee, Dursun Hocaya bedel ödetme vakti gecikmedi.
Gösterdiği, adalet yandaşı, demokratik tavır onun, basın tarafından “Kara Dekan” manşetleri ile lanse edilmesine, YÖK tarafından önce açığa alınmasına, akabinde, unvanlarının elinden alınarak görevine son verilmesine kadar gitmişti.
Bu da yetmedi onunla beraber 11 tane akademisyen arkadaşı içinde aynı olay bahane edilerek görevden atılma cezası uygulandı.
Odabaş, başörtüsü yürüyüşünün başrolü olmamasına rağmen, o günlerin kara hesaplarının kurbanlığı seçilip itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
Kanun değişikliği sonucunda da 12 ay sonra, görevine tekrar iade edildi. Bu süre zarfında, her ağacını kendi eli ile ektiği gür ormanın; fidanıyla, yemişiyle, suyuyla, kurdu ve tilkisiyle ona neler yaşatmış, olduğunu bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki; o olaydan ve tezahürlerden sonra, bu yiğit insan için, birçok şeyin artık eski tadı vermemiş olduğudur.
Böyle olmalıydı ki 14 Kasım 2005 tarihinde, kendi isteğiyle, Van’da kurduğu Bölge Eğitim ve Araştırma Hasta hanesini, hastalarını, sevenlerini bıraktı ve Konya ya geri döndü.
Dursun Odabaş’ın gidişi, kendisi için tebdil-i mekândaki ferahlığa dönüşmüş olsa da, yokluğu tüm Doğu Anadolu için hem hasta haneden faydalanan halk, hem de onun kültür ışığının sönmüş olmasından ötürü meydana gelen boşluk açısından düşünüldüğünde inanılmaz bir kayıp oldu.
Bu değerli bilim adamının/alimin gezdiği mekânları dolduruşu ve ışıtmasına karşın; gidişi ile de, bu doluluk ve ışıma, yerini açılan büyük bir gediğe ve puslu bir havaya bıraktı.
Tüm samimi çabalara rağmen, Araştırma hasta hanesinin eski enerjisini bir daha asla yakalayamadığı kanaatindeyim.
Hastane, 2011 de gerçekleşen Van depremleri sayesinde, karanlık zihinlerin fantezilerini süsleyecek şekilde, adeta, temeline dinamit konulup bombalanmış gibi yara aldı ve aşamalı olarak yıkıldı.
Bu yıkık sütunların arasında, yıllar evvel neler yaşandığını iyi hatırlayan, her görüşten akademik personel, 550 yatak kapasiteli, tam donanımlı yeni bir hasta haneye kavuşur kavuşmaz, ortak bir kararla, yeni fakülteye, o güzel insanın ismini verme vefakârlığını gösterdiler.
Sonunda, Dursun odabaşı ismi, Van araştırma hasta hanesi ile özdeşleşerek, hak ettiği bir yerde bayraklaştı.
Gerçi ben o yazıyı her gördüğümde, beynimin yorumlamasıyla "İdealleri Şehit edilmiş Prof. Dr. Dursun Odabaşı Tıp Fakültesi Hastanesi” diye okuyorum.
Ama şehadet sözcüğünün, ölüm gibi görünse de, aslında gerçek dirilişi ifade eden anlamını öğrenmek, gönlümde derin bir umut rüzgârı estiriyor artık…
Sözün özü: Sn. Prof. Dr. Dursun Odabaşı’nın Van da başına gelenler, onun Doğu insanına uzattığı şefkat elinden rahatsız olan kara zihinlerin, fırlattıkları çamur oklarının; ilahi adalet terazisine takılması ile gelişen ve günün sonunda, her yanlış hesabın hak ettiği yere varmasına; doğrununsa daha da büyüyüp yücelmesine neden olan ibretli bir hikâyeye dönüşmüştür.
Bugün, her ne kadar onun ismi ve büyük ölçüde, yetiştirdikleri ile hizmet veren bir hasta haneye sahip olsak da, bize Onun ismi değil, cisminin lazım geldiğini hasta haneye her gidişimde daha da çok hissediyorum.
Vesselam…