Vakta ki mevsimlerden hazan olur, bahçeler bozulur. Çıkagelir güz yeli. Ağaçlar yapraklarını eteklerinin dibine döküp mahcup üryanlıklara bürünür iken memleketin kış saltanatı başlar. Van’ın bağlarına erken düşer kış. Zihnimi pek gerilere çevirdiğim zaman karakışın akşam loşluğunda yahut sabahın alacakaranlığında sobanın gözünden bir sönüp bir parlayarak odadaki eşyaya konup kalkan ateş böceği ışığını zevkle seyrettiğim ve tutuşmuş kuru meşelerin rüzgârı çekiş homurtusunu keyifle dinlediğimi hatırlamaktayım.
Eski devirdeki şehrin karanlık sokaklarının, küçük mütevazı kerpiç evlerinde dermansız ışıklı gaz lambalarıyla aydınlanan, ve kuzine sobası yanan tek odasında patetes közlemenin lezzetini ve hatırasını taşımayan kim var bu şehirde? Daha muhimmi şehrin kış gecelerinde bütün aile fertlerinin ölmemiş babamız, ölmemiş sevdiklerimizle diz dize bir samimiyetle bir araya geldiği anlardı. Atalar sözüdür “Gönül alıcı bir söz bütün bir kış mevsimini ısıtır” sözünün fevhasınca o sıcaklıkları şimdi kamâl-i zevk ve şevkle hatırlıyorum.
Soğuk kış gecelerinde geniş duvarlı toprak damlı evlerin küçük penceresinden perdeyi şöyle bir aralayıp sokak lambasının ışığında düşen karları bir seyrangâhdaymış gibi hiç seyrettiniz mi? Pencereden seyre dalıp uzak ülkelerin dağ başlarında gezen cevelân ruhunuzun köşelerinde kalmış eski zaman kışlarının lezzetini bilmem hatırlar mısınız? Tabiat beyaza bürünüp beyaz gelinlikler giydiğinde, artık o an itibariyle karın saltanatı cihana hâkim olmuş demektir.
Her şey karın hükmüne tabidir. Pencerelerinden vecde benzeyen bir sükûnetle karın yağışı gönlümüzü beyazın en lâtîf tonlarına büründürür. Kar düştükçe ruhunuz ılık bir suda yıkanıyor gibi hissedersiniz.
Karın saltanatı ile birlikte gökyüzünün ve yeryüzünün ruhumuza verdiği temizlik hissi ile sanki bir kadın sandığının sabun ve lavanta çiçeği kokan hoş havasını hissetmeye başlarsınız. Uzak vadilerden, tepelerden gelen velveleli köpek uğultuları bilinmez zamanlardan, bilinmez ülkelerden gecenin sükûnetini yarar, biz çocukların ruhunu korkuyla karışık bir kozmik sükûnete salardı.
Odanın içinde yanan sobanın kızgın alevleri, karanlığın gölgesini yararak tavanda âhenkli bir gölge ve ışık oyununa dönüşür, çocukluk varlığımızı, muhayyilemizi alıp karlı dağ başlarına doğru götürürdü.
Anam, zaman zaman sobanın böğrüne iki odun atar üstündeki demliğin sesi sobanın sesiyle hem âhenk evdeki sıcak huzuru bestelerdi. Dışarıda rüzgâr esip, fırtınalar hüküm sürerken, evin içinde sıcak muhabbeti tamamlayan sobanın ışıldayan ateşi ve mışıldayan sükûtu kalplere çoğalmış bir zevk verirdi.
Aslında çocukluğun kışları bütün kışların şahididir. Bu mevsimler ruh âlemimize kendi mührünü basmıştır. Kozmik hâfızanın uğultusu içinde şehrin gecesini göklerin beyaz kumaşıyla işleyen karın senfonisi, zihnimizin köşelerinde kalan en güzel tadları ve görüntüleri ihsas ederdi. Ebediyetten gelen beyazlık dünyanın üzerine düşünce, gece yıldızlar ile karaağaçların, kavakların tenhâlığından gelen rüzgârın uğultusuna kulak verirdim. Sanki ruhumu kaplayan karın sesi her uğultuyu en güzel bir besteye kalb ederdi.
Yüksek deniz ülkesinin ortasında uzanan bu kadim şehrin kış mâcerasını hangi eser hulâsa edebilir şimdi. Ey kerem sahibi! Kötü görenlerin gözlerini beyaza gark edip, beyazınla bütün ayıpların üstünü örten! Sen ne güzel mehtâpsın. Ne güzel şafaksın.
Ey insanın taşımakta aciz kaldığı hamuleyi asırlardır sırtında taşıyan Şinar ülkesinin ihtiyar dağı Erek! Kaç ömür kervanı geçti eteklerinden? “Ereğin karı menem. Gün vursa erimenem” diye diye hicrânını, feryâdını sana döken âşıklar şimdi hangi unutulmuş mezar taşındadır. Yıldızlı bir gecede senin için yollarını kaybetmiş dervişler şimdi hangi seyyâhın duasındadır. Göğsündeki serin pınar başlarında asırlık uykularına dalmış evliyâlar hangi servilerin, söğütlerin gölgesine yatmaktadır. Yedi yıl yerde yatıp çürümeyen âşığın âhı hangi sazın telindedir? Şehrin bağlarına kar düştü mü horhorun buz pâresi suları tenperver bir ürpertiye dönüşürdü. Ey topraktan yorganını kendi üstüne çekmiş asırlık uykusuna dalmış kadim şehir! Nerde olursak olalım, gönlümüzdeki bütün yollar sana çıkmaktadır. Ve hâlâ biçâre hayat artığı sessiz harabelerinde eski neşeli günlerin uğultuları gelmektedir.
Ey huzur bucağının denizi! Gölge dönüp gün bitende, akşamın ateş ve ışık gölü bütün sularını kavurup altın bir kâdahe kalb ederken, karla birlikte göklerden gelen bir ışık, şehrin güzelliğine düşerken, gönüllere de uzak gurbet ellerde memleket türkülerinin yakıcı tadı ve alevi düşerdi.
Bizim taraflara kış gelip akşam garipliği bastı mı uzun kış gecelerinde bütün kış duvarların içine kapanmış eski şehir hayatındaki toprak damlı evlerde tandır başlarında Zühre ile Tahir, Kerem ile Aslı, Emrah ile Selvi hikâyeleri dinlenirdi. Ve hâlâ var mıdır? Bilmiyorum bu hikâyeler kapalı bir odada birdenbire ışık almış bir avize gibi ruhumuza tesir eden o nur yüzlü nineler.
Uzun ve karanlık kış gecelerinde aydınlık bir çerağ gibi olan bu hikâyeleri babannemden yüzlerce kez dinlerdim. O konuşurken nur yüzünde parlayan o ince gülümseme gözlerindeki ışık medeniyetin bütün hâsletlerini taşıyan o zarif tavrından geliyordu. Gözlerim uykunun serin göllerine dalınca “Balam gerisini de yarın anlatayım” derdi. Ah! o çok ihtiyar, ben ise çocuktum. O kendi hikâyesini yaşayıp göçtü bu dünyadan. Fakat onun hikâyeleri ve bana öğrettiği bu his terbiyesi bir lezzet gibi muhayyilemde hâlâ pırıl pırıl parlamaktadır.
Kış mevsimlerinin sabahlarında bizim oraların havası gönül alıcı olur. Sabahın seher çağında karın senfonisine eşlik eden ezânın rahmânî âhengi küçük pencerelerden evin içine dolar, "Allah-u ekber" sesleri bir semt-i ulvîde çocukluk ruhumuza göklerin ve yerin ruhâni şiirini dökerdi. Bu babannemin hikâyeleri faslına Kamile Ezeyi de eklemeliyim. Kimilerinin ezesi; kimilerinin de bibisiydi o.
Genç yaşta Trabzonlu kaptan olan kocasını kaybetmiş yedi yetimle hayatın yükünü tek başına omuzlarına yüklemişti. Hayata karşı mücadaleyi, tahammülü ve sabrı benliğine sindirmiş bir insandı Kamile Eze!! İsmiyle müsemmâ maddesi ve medeniyeti şefkât, merhamet ve sevgiyle yoğrulmuş bir Osmanlı kadınıydı. Kamile eze tandır başlarında biz çocukların hiçbir isteğini geri çevirmezdi. Hamurdan koçlar yapar çocukluk hayatımızı güzelliğe iyiliğe kalb ederdi. O her zaman şeker yağdıran tatlı diliyle, tabiîliğiyle ve neşesiyle insana daha ilk görüşte bir nevi yaşamak aşkı veren insanlardandı. Kamile Eze’nin kalbinin iyiliğine şahitlik eden nurlu bir yüzü vardı. Biz çocuklara kurbanlı, hayranlı ve balamlı fedakârlıklarıyla hep mütebessim bakardı.
Kamile Eze'nin o yüzündeki sükûnet ve derin merhamet ölene kadar hiç eksilmedi. Her daim mütebessim bakar tavırlarında ve tarzında en ufak bir yapaylık bulamazdınız. Kamile Eze de bu dünyadan gitti ona soracağım sorularım vardı. Sorularım bende kaldı. Kierkegaard, çocuk insanlığın efendisi olsaydı insanın metafizik açıdan ne kadar büyük olacağını söylerken meğer ne kadar da haklıymış. Ruhumuzu yatıştıran çocukluk, o mevsimler hâlen bizde bizimledir. Mâzi hâtıralarının, nesillerin, taşın ve toprağın hülyâlarına şahit olmuş ihtiyâr ağaçlar, izbe semtlerde yaşanmış hayatlar, şimdi sesi çıkmayan o kuşlar, ışığı sönmüş o evler, suyu çekilmiş bağlar nereye gittiler?
Kış akşamlarının ve gecelerinin bunca güzelliğinin tersine kış sabahları bu manzaranın pek istenmeyen kısmını oluştururdu. Damlar kürelenecek, bahçe temizlenecek, bahçeden sokak kapısına kadar olan aralıkta yol açılacak… Bütün bunlar, biz yaşta erkek çocukların külfetleriydi. Bu manzaranın en güzel taraflarından biri benim hisseme düşmüştü. Sabahın loşluğu içinde fırına gidilecek ve kırmızı alevi fışkıran fırından çıkmış buharlı taze ekmekler alınıp evin yolu tutulacaktı. Öğlene doğru Van’ın güneşi vurunca, eski kış evlerinin yumuşaklığı, damlarda eriyen karlar yaşlı insanlar gibi evlerinin alınlarından terler akarcasına sakız gibi beyaz badanalı evlerin alınlarına çizgiler düşürürdü.
Güneş vurunca bilhassa beyaza bürünmüş tarlalarda siyah kargaların uçup kalkmasını seyretmekte apayrı bir güzellikti. Kış mevsiminin birde temizlik fasılları vardı. Evin hanımları evdeki her şeyi dışarıya seferber ettiği günler aynı zamanda sobaların ve bacaların temizlendiği günlerdi. O gün evin hanımları bir diktatör kesilir, evin erkekleri de süt dökmüş kedinin suçluluğu içinde bir köşede önüne ne koyulmuşsa itirazsız yemeye râzı gelirdi.
Evin temizliğinden hızını alamayan kadınlar, biz çocukların canına düşer bütün mımızlanmamıza, itirazlarımıza rağmen hamam sobalarının o cehenneme benzeyen sıcaklığının eşliğinde körpe bedenlerimize başımıza hamam tası yiye yiye âdeta derimizi sökercesine bu banyo faslını işkenceye dönüştürürlerdi.
Bu yazdıklarım nostaljik seraplar dünyası değil. Yaşadığımız dünya üzerinde ara sıra yalnız kendimizin yaşaması için kurduğumuz ikinci bir dünyadır. Bunlar taşra romantizmi ve epiğiyle de karıştırılmamalıdır. Biliyorum nostalji, tutkunun aklıdır. Aklın tutkusu değil. Nostalji realiteden kaçıştır. Çünkü hayat bazen kitapları aşınca bütün okuduklarımız realitenin gerisinde kalır.
Onun için bazen bütün okuduklarımızı bir kenara bırakıp hayatın ve hadiselerin hakikatini şahsi mâcera gibi yaşamamız gerekir. Bütün bunlar bir medeniyetin hislerimize gönlümüze sızmış; kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturmuş hakikatleridir. Onun için bu medeniyetin gölgesinde her daim çocukluktan kalan saf ruhlarımız saklıdır. Nereye gidersek gidelim, içimizde oraya çıkan bir yol vardır.