İmralı Süreci de mi ABD'nin işi?

Abone Ol

Bahçeli'nin bugüne kadar gerçekten sağduyulu yaklaşımından bir sapma olarak, Bursa mitinginde, "Vur de vuralım, öl de ölelim" türünden sloganlara, "Onun da zamanı gelecektir" demesi, belki de fırsat olsa yeni bir "Türk terörü" fantezisi kurduğunun küçük bir alameti olarak değerlendirilemez mi?

Formun Üstü

İslam’da kader açıklanırken, Allahın iradesini ifade eden “irade-i külliye” ve kulun sınırlı iradesini ifade eden “irade-i cüziye” tanımları vardır. Bu tanımlar üzerinde genel olarak Cebriye fırkasına göre insanın irade-i cüz’iyesinin olmadığı evrende tüm olup biten olayların irade-i külliye tarafından ortaya çıktığı fikri varken, Kaderiye fırkasında ise insanın yaşamı ile ilgili kader kavramından uzak, tüm gücün kişinin iradesiyle meydana geldiği fikri vardır. Yani Cebriyeciler insanın hiçbir rolü olmadığını, dolayısıyla günah ve sevabının olmayacağını düşünürken, Kaderiyeciler günümüzde kaderi pasif konuma koyan, bireyci anlayışa daha yakın bir fikir ortaya koyarlar. Ancak bu iki görüş de ifrat ve tefrit olarak kabul edilir. Bunun yerine kahir ulema tarafından, irade-i cüziye ve irade-i külliye tanımları üzerinden kaderin de insan iradesinin de rolünü dengeli olarak açıklanır.

Şimdi bu teolojik kavramlarla İmralı sürecinin ne ilgisi var diyeceksiniz? İlgisi çok. Şöyle ki: Nasıl bu hale geldiği ayrı bir tartışma konusu olan “paranoyak Türk zihin dünyası yahut ileride ikinci görüş olarak anılan görüş”, memlekette vaki olmuş ve olacak tüm olayların (haşa) Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (bu tanımı bir yerlerden hatırlayanlar olacaktır) ABD tarafından planlandığını, uygulamaya konduğunu, -yine haşa ve kella- ABD’nin özel mini levh-i mahfuzunun ise, Yahudi lobileri, Bilderberg toplantıları vesair yüce alemlerde kalem alındığına inancı tamdır. Buna iman etmeyenler, zavallı ve saf kafirlerdir. Bu inancın amentüsüne göre, kulların (ABD dışındaki halklar) irade-i cüz’iyeleri yoktur. Kendi başlarına karar verme yetileri olamaz. Bu inanç, aslında farkına varmadan, en değerli gördüğü konuya “Türk milletinin iradesine” hakaret ettiğinin farkında değil.

Bu inancın sair kollarında, ABD’nin kafayı Türklerle bozduğu, Kürtlerin her zaman korunup kollandığı, Türklerin başına bela diye -imtihan amaçlı- gönderildiği, ABD’nin dünyada Türklerin başına çuval geçirmek ve benzeri zevkler dışında başka da işi olmadığı fikri vardır.

* * *

KERAMET

Bu ilginç inancın dışa vurumlarını, ilgili dine inanan gazetelerde rahatlıkla görmek mümkün. Hele hele İmralı sürecinde “bir günde” silahların sustuğu, kanın bir süreliğine ve -umarız- hep susacağı hususu ve üstüne yağ gibi gelen İsrail’in özür meselesi, bu gazetelerce direkt olarak “keramet” olarak ele alındı. Yani haşa bu dinin Tanrısı ABD olduğu, Erdoğan’ın ve Türk halkının da zerre-i miskal iradesi olmadığı için, bu silahların susması ve özür vakıası, direkt ABD’den zuhur etti. Yahut keramettir.

Başta MHP ve kısmen de CHP tarafından gizliden misyonerliği yapılan bu inancı Neo-cebriyeci olarak nitelendirmekte haksız mıyız? Bir uluslararası olgu olarak ABD’nin gücünü, politik ilişkilerini neredeyse Tanrınınkinden üstün görecek kadar hastalıklı bir zihniyet, eğer zararlıysa dahi (nitekim illa faydalıdır demiyoruz) “barış süreci” için ne yapabilir? Eğer faydalıysa “ne katabilir”?

El-cevap: Hiç.

Çünkü ortada bir algı problemi vardır. Gerek meclis çatısı altında, gerek sahip olduğu kamuoyu üzerinden, barış süreci hakkında önce -eğer sorun ise- sorunu doğru algılayıp, olan bitenleri aklı selim ile önce tam olarak çözümleyip gerekeni yapmak, yoksa destek olmak veya makul biçimde eleştirmek yerine “satıldık” naraları atılıyor.

* * *


İKİ AYRI GÖRÜŞ

Öcalan’ın bile Misak-ı Milli dediği yerde, Bahçeli’nin mitinglerinde kan çığlıkları atılması, algı problemi değil de nedir? Sorunun kökünün dün “bebek katili” olarak toplum zihninde konumlandırılan, bugün ise “örgüt lideri” sıfatı ile anılan Öcalan’ın sıfatından bağımsız olarak (bu ayrı bir tartışma konusu), örgüt ve Kürtler üzerindeki nüfuzunun sürecin temel faktörü olması, daha da kötüsü bu sürecin Ak Parti iktidarında başarıyla yönetiliyor olması ve sürecin başarıya yakın olmasıdır. Bu durumun her iki taraf için, 80’ler ve öncesinde doğmuş kişilerde “her şey bunun için miydi” cümlesi ile dışa vurulan bir şaşkınlık yaratması tabidir. İşte tam bu noktada iki ayrı görüş var.

Birinci görüş reelpolitiktir. Buraya kadar olup bitiverenlerin başka türlü çözülmeyeceği, dünyada da çözümün halihazırdaki gibi olduğu, dolayısıyla kanın bir an önce durdurulup yeni “canların” yanmaması gerektiği fikri. Bu görüş, şu ana kadar dökülen kanların müsebbibinin sadece Kürtlerin “fazla” talepleri olarak görmez, hatta Kürtlerin taleplerini de fazla görmez. Politik hataları ve belirli bir grup “çılgının” devlet adına yaptığı “gayr-ı nizami harbin” de dökülen kanların kaynağı olduğunu bilir. Bu “devlet adına” işlenen suçların bireysel oldukları halde, devletin de itibarına halel getirdiğine inanır. Dolayısıyla bu görüşe göre sorun “vardır”.

Ve çözülmelidir.

İkinci görüş ise, belki Öcalan’ı belki Kürtleri “tahkir ve tezyif” eden bir algı çerçevesinde, “dökülen kanların yegane müsebbibi Kürtlerdir (yahut Öcalan’dır). Türklerin bugüne kadarki dönemde yaptıklarının (sanki anayasal Türk tanımından ayrı ırksal bir tanımmışçasına) nefsi müdafaa hakları çerçevesinde değerlendirilmelidir”. Kürtlerin talepleri “fazla” ve “gereksizdir”. Dökülen kanın müsebibi de bu taleplerdir. Kürtlerin taleplerinden önce kendileri de “yoktur”. Kürtçe de yoktur. Kürtler adları anılmaya değmez basit bir alt unsurdur. “Gayr-ı nizami harp” olarak ifade edilen şey ise sadece “ulusal güvenlik politikasıdır” yahut eski deyim ile te’dib ve tenkildir. Sorun yoktur. Dolayısıyla çözüm süreci bir “zırvadır”.


* * *

MHP

Şu anda duyulan tartışmaların temel olarak bu iki algı arasında gidip geldiği söylenebilir. Burada problem, ikinci görüşe sahip MHP ve CHP’nin bu görüşün kendisinden ziyade olan biteni yukarıda anıldığı şekilde “neo-cebriyeci” olarak nitelendirebileceğimiz, yani cebriyeci ekolün günümüzde ortaya çıkmış zımni bir versiyonu olan, adını “neo-cebriyeci” koyduğumuz bir perspektiften incelemeleri olan biten her şeyi “Nasılsa ABD’den oluyor, bunlar ülkeyi satıyor” diye algılamalarıdır. Bu algı problemi aşılmalıdır.

Sadece MHP’nin algı problemi ile sınırlı olmayan başka bir hastalığı var. O da kan çığırtkanlığıdır. Olan biteni zaten problemi olarak yorumladıktan sonra, merhem olarak ise yeniden kan dökülmesi önermesi zımnen ifade ediliyor. Bahçeli’nin bugüne kadar gerçekten sağduyulu yaklaşımından bir sapma olarak, Bursa mitinginde, “Vur de vuralım, öl de ölelim” türünden sloganlara, “Onun da zamanı gelecektir” demesi, belki de fırsat olsa yeni bir “Türk terörü” fantezisi kurduğunun küçük bir alameti olarak değerlendirilemez mi?

Belki de MHP’nin kullandığı dil, toplum mühendisliğinin, provakasyonun, toplum zihninde birilerini hain birilerini ise satılmış olarak konumlandırılmaya çalışmanın talihsiz bir yeniden denemesidir. Ancak neyse ki Etyen Mahçupyan’ın yakın tarihte yazdığı bir yazısında dediği gibi: “Toplum ideolojik eşiği aşmıştır.”