İbretlik bir hikâyeyle kıtlık ve insanlık

Abone Ol

Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar bile aşkı unuttu. Gök öylesine cimrileşti ki, ekinler ve hurma ağaçları bile dudaklarını ıslatamadı. Eski pınarlar birer birer kurudu, ortada yalnızca öksüzlerin gözyaşından başka su kalmadı. Gökyüzüne bir duman yükselecek olsa, bunun bir dul kadının âhı olduğunu bilirdiniz; çünkü gökyüzü dumanı bile esirgemişti.

Ağaçlar yapraklarını dökmüş, çıplak ve zavallı birer fakire dönmüştü. Babayiğitlerin bile kollarından güç çekilmişti. Dağlarda yeşillik, bahçelerde balçık görünmez olmuştu. Çekirgeler bostanları, insanlar da çekirgeleri yemişti.

Bu kıtlık döneminde bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Oysa o, zengin, şan ve şeref sahibi, sağlıklı bir insandı. Halini görünce şaşkına döndüm;

-Güzel huylu dostum, sana ne oldu? Bu felakete nasıl uğradın? diye sordum.

Dostum bana kızdı, sert bir sesle şöyle dedi:

-Bilmiyorsan, bu ne gaflet? Biliyorsan, neden soruyorsun? Felaket gözler önünde, hâlâ sorular soruyorsun!

Cevap verdim:

-Evet, biliyorum ancak bu kıtlıktan senin ne korkun olabilir? Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan ölse, sana ne zararı olur?

Bu sözlerim üzerine dostum, âlimin cahile bakışı gibi, manidar bir şekilde yüzüme baktı ve şöyle dedi:

-Sahilde durup dostlarının denizde boğulduğunu gören bir insanın kalbi nasıl huzurlu olabilir? Benim yüzüm yokluktan değil, fakirlerin kederinden sararmıştır. Akıllı bir insan ne kendi vücudunda ne de başkasının vücudunda yara görmek ister.

Tanrıya hamdolsun, benim bir yaram yok ancak başkalarının yaralarını görünce içim titriyor. Bir hastanın yanında oturan bir insan, kendisi sağlıklı olsa bile keyifli olabilir mi? Zavallı bir fakirin bir şey yemediğini görünce, yediğim her lokma bana zehir gibi geliyor. Dostları zindanda olan bir kimse, gülistanda nasıl eğlenebilir? (Sadi)

Bu hikâye, insanlık ve vicdanın ne demek olduğunu anlamamız için çok güçlü bir ders verir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v), “Komşusu açken tok yatan bizden değildir,” hadisini açıklayan bir anlatıdır bu.

Bu tür hikâyeler yalnızca okumak için değil, “Ben bu hikâyenin neresindeyim?” sorusunu sormak için var. Çünkü insan, kendini sorguladığı ölçüde olgunlaşır ancak  hikâyelerden ibret almadığımızda, ne kendimize ne de topluma bir faydamız dokunur.

Bir kişi toplumun derdiyle dertlenmezse, insan olma vasfını kaybeder. Toplumu yönetenler ve kudret sahipleri ise yalnızca kendilerine gelen dertlilerle ilgilenirse görevlerini yerine getirmiş olmazlar. Çünkü nice kuytu evlerde, istemeye utanan, derdini kimseye açamayan aciz insanlar vardır.

Asıl mesele, bu insanları bulup dertlerine derman olabilmektir. Toplumların vicdanı, zayıf ve muhtaç durumdakilere uzatılan ellerde saklıdır. İşte bu hikâye, tam da bunu hatırlatıyor: Gerçek insanlık, yalnızca kendi varlığını değil, başkalarının yokluğunu da dert edinmekle başlar.